- V.Murad tahta çıktığında, Kağıthaneli ünlü falcı Afitap’ın, ‘Şehzadem sen üç ay sonra Padişah olacaksın’ dediği kişi kimdi?
- V.Murad’ın yerine Sultan olduktan sonra yeğeni Hatice Sultan, kendisinden neden ve nasıl intikam aldı?
- 93 harbinde Yeşilköy önlerine kadar gelip galibiyetlerinin anısına anıtmezar inşa eden Rusların, Ayestafenos anıtına ne oldu?
- Kızılhaç ile başlangıçta aynı amblemi kullanan Kızılay sonra neden amblem değiştirdi?
- Sultan olunca büyük servet edinip, servetini Ermeni Kazazyan ile Yahudi Agop Zarifi bey eliyle yöneten Halife Padişahımız kimdi?
- Osmanlı’nın dış borçlarını %52 oranında azaltıp, 1906’da İstanbul’dan önce Şam kentine aydınlatma ve elektrikli tramvay hattı tesis etmesinin, Suriye ve Hicaz’da 2,350 km demiryolu inşa edilirken Anadolu’ya 1,850 km demiryolu döşetmesinin nedeni neydi?
- Bu dönemde neden Anadolu’da çok sayıda Amerikan Protestan Okulları açıldı?
- Meşrutiyeti zorlamak için askerleriyle dağa çıkan, ‘Ne Şehittir Ne de Gazi, Pisi Pisine Gitti Niyazi’ deyiminin edebiyatımıza yerleşmesini sağlayan, evcilleştirdiği geyiği ile gezen, kendi ifadesiyle Vatan Fedaisi Resneli Niyazi Bey kimdi?
- Saltanatı döneminde 210,000 km2 dolayında toprak ve 5.5 milyon nüfus kaybedilen, iktidarının ilk altı yılında 16 sadrazam değiştiren Sultan kimdi?
- Siyonizmin kurucusu Theodor Herzl, Yahudilerin yerleşimi için, Osmanlı’nın tüm dış borçlarının sıfırlanması karşılığında, Sultan’dan nereleri istedi? Sultan Osmanlı topraklarından nereyi önerdi?
1.1 Şehzade Abdülhamid’in Tahta Çıkışı
1842’de babası Sultan Abdülmecid’in
tahta çıkmasından birkaç yıl sonra doğan Abdülhamid saray’da yetişir. Henüz 10
yaşındayken annesi Tirimüjgan Sultan ölünce, Abdülmecid'in diğer çocuksuz eşi
Piristu Kadın Efendi tarafından büyütüldü. Babasının ölümünden sonra yerine
geçen amcası Sultan Abdülaziz 1867 yılında çıktığı Avrupa gezisine Abdülhamid'i
de beraberinde götürdü. Abdülhamid’in şehzadeliğinin önemli bölümü,
II.Mahmud’un kızı Atiye Sultan için kardeşi Sultan Abdülaziz tarafından
Kağıthane’de dönemin batı üslubunda
yaptırılan Kağıthane Kasr-ı Hümayunu’nda geçti.
Kağıthane Kasr-ı
Hümayunu
Abdülhamid’in padişah olma olasılığı düşük olduğu için oldukça serbest bir şekilde büyüdü. Değişik çevrelerden ve yabancılardan dostu oldu. Eğitimi iyi değildir, biraz fransızcası vardır. Ilımlı, ürkek, endişeli bir genç olarak tanınır. Aynı zamanda iyi bir hattat ve marangozdu. Şehzade Abdülhamid, Mithat Paşa ile tahta çıkma görüşmelerini Kağıthane’deki bu sarayda yapmış, tahta buradan çıkmıştır. Tahta çıkmadan üç ay önce İstanbul’un, ünlü falcısı Kağıthaneli Afitap, Şehzade Abdülhamid’in el falına bakar. “Üç ay sonra tahta çıkacaksın” diyen Afitap’a Şehzade Abdülhamid inanmaz, çünkü abisi V.Murad tahta yeni çıkmıştır, fakat falcı Afitap’ın dediği çıkar.
Abdülhamid, sultan olunca çok zengin olur. Servetini güvendiği Ermeni Kazazyan ile Galata’da sarraf Yahudi Agop Zarifi bey eliyle yönetir. Osmanlı bankalarına güvenmediğinden parasını yabancı bankalara yatırır. Marangozluk sanatında mükemmel eserler yapacak derecede ustalaşmıştı. padişahken Cuma namazlarını kıldığı Yıldız Camii’ndeki mahfillerin tahta işlemesini bizzat kendisi yapmıştı.
Sultan Abdülaziz 30 Mayıs 1876’da, Yeni Osmanlılar Cemiyeti başkanı Mithat Paşa, Serasker Hüseyin Avni Paşa, Harbiye Mektebi Nazırı Süleyman Paşa, Şura-yı Askeri Reisi Redif Paşa’nın ortak darbesiyle tahttan indirilir ve yerine kardeşi velihat V.Murad padişah olur. Devrik Padişah Abdülaziz gözaltında bulundurulduğu Feriye Saraylarında 4 Haziran 1876 günü bilekleri kesilmiş olarak ölü bulundu. Ölümü şaibelidir. Üç ay sonra 31 Ağustos’da Sultan V.Murad, daha önceki darbeyi yapan cunta tarafından, akli dengesi yerinde olmadığına dair Şeyhülislamdan alına yeni bir fetva ile, tahttan indirilir ve yerine Meşrutiyeti getireceğine söz veren II.Abdülhamid geçirilir. 31 Ağustos 1876'da Padişah ilan edildi ve 7 Eylül günü Eyüp'te kılıç kuşandı. Ağabeyinin yerine tahta geçirildikten sonra, her iki saltanat değişiminin mimarı, darbenin lideri Mithat Paşa'yı sadrazam yaptı.
Sultan II.Abdülhamid (saltanat yılları1876-1909)
Sultan II.Abdülhamid’in padişahlığının ilk yılları, tahta çıkar çıkmaz 1876 yılında ilan ettiği I.Meşrutiyet devrinde geçti. Abdühamid, saltanata Devlet ileri gelenlerinin yaptığı bir darbe ile Meşrutiyet’i ilan edeceği sözüyle geçmişti. 1878 yılına kadar ipler darbeyi yapan Mithat Paşa önderliğindeki meşrutiyetçilerin elindeydi. Abdülhamid tahttan indirildiği 27 Nisan 1909 tarihine kadar devleti mutlak bir rejimle yönetti. Darbeyle sultan olup, darbeyle tahttan inmiştir.
Abdülhamid tahta çıktığında Osmanlı İmparatorluğu büyük bir bunalım içindeydi. 1871'de Ali Paşa'nın ölümünden sonra Saray ile Babıali arasındaki çekişme alevlenmiş, 1875'te devlet borçlarını ödeyemez hale düşerek Muharrem Kararnamesi ile moratoryum ilan etmiş, Rusya'nın başını çektiği Panslavizm akımının etkisiyle Balkanlar'da ulusal ayaklanmalar baş göstermişti. Yurt içinde meşrutiyet yanlısı görüşler güçleniyor, hatta Padişahlığın tasfiyesiyle Cumhuriyet ilanı fikri tartışmaya açılıyordu.
Abdülhamid, tahta geçmeden önce Mithat Paşa'ya verdiği sözü tutarak 23 Aralık 1876'da, ilk Osmanlı anayasası olan Kanun-ı Esasi'yi ilan etti. Meclis-i Mebusan ve Ayan Meclisi üyelerinden oluşan ilk meclis 19 Mart 1877'de açıldı. Böylece I.Meşrutiyet dönemi başladı. Padişah ile meclisin ülkeyi birlikte yönetmesi ilkesine dayanan anayasayla yargı bağımsızlığı ve temel haklar güvence altına alınmasına rağmen egemenliğin esas kaynağı yine padişahtı. Abdülhamid ısrarla 113. maddeyi koydurmuştu. Kanun-ı Esasi'nin 113. maddesiyle kendisine tanınan ‘idari sürgün yetkisi’ni kullanarak, daha meclis bile toplanmadan Mithat Paşa'yı Selanik’e sürgüne yolladı. Anayasa hazırlarken Mithat Paşa’nın kendi sonunu da hazırlayan 113. maddeyi nasıl kabul ettiği hala bir muammadır.
1.2 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı
Rumi takvime göre 1293 yılına denk geldiğinden Osmanlı tarihinde 93 Harbi olarak bilinen ve II.Abdülhamid döneminde, 1877-1878 yıllarında yapılan Osmanlı-Rus Savaşı, hem Tuna cephesinde hem de Kafkasya cephesinde Osmanlı için büyük bir yenilgiyle sonuçlanmış; büyük bir toprak kaybına neden olmuş, aynı zamanda Rus ordusunun İstanbul'un eşiğine (Yeşilköy) kadar ilerleyerek Osmanlı Devleti'nin varlığını tehdit etmesiyle sonuçlanmıştır.
Karikatür: Ruslar Balkan köpeklerini Osmanlı'ya karşı saldırtırken İngilizler olayları gözlüyor
93 Harbi'nin en önemli nedenleri arasında, Rusya'nın Balkanlar'da yaşayan Ortodoks dinine bağlı Osmanlı vatandaşları (Rum, Bulgar, Sırp, Ermeni ve Romen) üzerindeki etkisini arttırma amacı sayılabilir. İngiltere ve Fransa Rusların güçlenmesini istemediklerinden dolayı bu savaşta Osmanlıları desteklediler.
Soldan sağa doğru Rus
Prensi Alexander Gorchakov, Fransa İmparatoru III.Napolyon, Prusya Alman Devlet
Başkanı Otto von Bismark
Osmanlı hazinesi Sultan
Abdülmecit'in döneminden beri yapılan aşırı harcamalar sonucu Avrupa'ya karşı
ağır bir şekilde borçlanmıştı ve bu borçları ödeyebilmek için Balkanlar'daki
vergileri yükseltmişti. Bu ağır vergiler Balkan halkları arasında hoşnutsuzluk
yarattı. Ayrıca Kafkaslar'dan Ruslar tarafından göçe zorlanan Çerkez ve Abhaz
gibi Müslüman gruplar Balkanlar'da yerleştirilmiş; bu göçmenlerle Balkanlar'ın
yerlisi olan Hristiyanlar arasında büyük bir düşmanlık ortaya çıkmıştı. Nisan
1876 yılında ortaya çıkan Bulgar isyanları bu Müslüman göçmenlerin yardımıyla
bastırıldı ama isyanların bastırılması sırasında ölen Bulgarlar için Avrupa'da
büyük bir ilgi oluştu. Robert Kolej’de
okuyan Bulgar öğrenciler Time, London Daily News gibi gazetelere yazarak
İstanbul İngiltere Konsolosu ile görüşerek olayları Avrupa’ya duyurdular. Eski
İngiltere başbakanı William Ewart
Gladstone, bilim adamı Charles
Darwin, yazar Oscar Wilde ve Victor Hugo, İtalyan siyasetçi Giuseppe Garibaldi gibi etkili kişiler
Osmanlı Devleti aleyhinde yazılar yazarak Avrupa'da Bulgarların lehinde bir
kamuoyu oluşmasına neden oldular. İsyanlar sırasında ölen Müslümanların
sayısını görmezden gelen Avrupa basını Osmanlı Devleti'ne karşı çok olumsuz bir
kamuoyu yarattı. Bu kamuoyunun baskısıyla Osmanlı Devleti'ni Bulgarlar, Sırplar
ve Romenlere daha geniş bir özerklik vermeye zorlamak için İstanbul'da bir
konferans toplandı.
İstanbul Tersane Konferansına katılan delegeler toplu halde
Tersane Konferansı adı verilen bu konferansın başlamasıyla birlikte delegeler top sesleriyle sarsıldılar. Osmanlı mutlakiyetten meşrutiyete geçişi kutluyordu. Tahta yeni çıkmış olan II.Abdülhamid konferansın toplandığı 23 Aralık 1876 günü alelacele Sadrazam Mithat Paşa'nın desteğiyle Kanun-i Esasi'yi(I.Meşrutiyet) ilan etmişti. Konferansa katılanların Osmanlıyı zorlayabilecekleri durum ortadan kalkmıştı. Başarılı bir taktiksel manevra yapan Abdülhamid bir yıl sonra Osmanlı-Rus savaşını bahane göstererek meclis çalışmalarını durduracaktır.
Meclis-i Mebusan'ın
açılış töreni, Dolmabahçe Sarayı Muayede Salonu
Ama gene de konferans Osmanlı
Devleti'ne karşı çok ağır kararlarla sonuçlandı. Bu kararların Osmanlı
Devleti'nce reddedilmesi üzerine Rusya, Paris Antlaşması'nın(1856) Karadeniz'de
tersane ve savaş gemisi bulundurulmayacağına ilişkin hükümlerini tanımadığını
bildirdi. Ardından da Ortodoks uyruklarına söz konusu antlaşmadaki hükümleri
uygulaması için Osmanlı Devleti'ne baskıda bulunmaya başladı. Bu sırada
İngiltere, Rusya'nın Osmanlılara savaş ilan etmesini önlemek amacıyla Londra
Konferansı'nın toplanmasına önayak oldu. Ama Osmanlılar konferansta hazırlanan
protokolü içişlerine müdahale sayarak reddettiler. Ülkedeki Panslavist
akımların etkisiyle protokolün reddini bir savaş nedeni sayacağını önceden
bildirmiş olan Rusya 24 Nisan 1877'de Eflak ve Boğdan'a girerek Osmanlılara
savaş açtı. Osmanlılar, Kafkasya ve Tuna olmak üzere iki cephede, kendilerinden
üstün durumdaki Rus ordusuna karşı zorlu bir savunma savaşı vermek zorunda
kaldılar. İngilizler'den destek istenmesine karşın İngilizler, Balkan'larda
Bulgarlara karşı yapılan sert müdahalelerin kamuoyunda yarattığı olumsuz hava
nedeniyle bu isteği geri çevirdi..
1.2.1 Kafkasya cephesi
Kafkasya'da 75,000 Rus askeri
Mikhail Nikolayevich Muravyov komutasında idi. Ahmed Muhtar Paşa'nın
komutasında ise 20.000 Osmanlı askeri vardı. Ruslar'ın kendi geliştirdikleri
topları, Osmanlı’da ise İngiliz yapımı toplar mevcut idi.
Ahmet Muhtar Paşa
Kafkasya cephesinde Ahmed Muhtar
Paşa komutasındaki Osmanlı birlikleri, General Loris-Melikov komutasındaki
Ruslara karşı uzun süre direndi. 27 Nisan 1877'de Doğubeyazıt, 17 Mayıs'da ise
Ardahan Ruslarca işgal edildi. Ama Halyaz ve Zivin'de Rus orduları yenilgiye
uğradı. Gedikler (25 Ağustos) ve Yahniler (4 Ekim) çarpışmaları Osmanlıların
zaferiyle sonuçlandı. 15 Ekim'deki Alacadağ Çarpışması'nda Ruslar, Osmanlı
savunma hattını arkadan çevirdi ve Osmanlı'nın 5-6 bin ölü ya da yaralı ile
8,500 savaş esiri kaybı oldu. Kasım 1877'de Kars'ı ele geçiren Rus Orduları
Erzurum'a yöneldi. Ahmed Muhtar Paşa Kars-Erzurum arasında kurduğu savunma hattında
kış koşullarını iyi değerlendirerek üstün bir savunma savaşı verdi.
Nene Hatun anıtı, Aziziye Erzurum
Nene Hatun ve diğer Erzurumlu vatandaşların Aziziye Tabyası'nda büyük bir cesaretle yaptıkları savunma 93
Harbi'nin unutulmayan anlarını oluşturdu. Erzurum, Rusların eline geçti.
Savaşın bitmesinden sonra Rus ordusu Erzurum'dan geri çekildi ama Kars,
Ardahan, Rize, Artvin ve Batum Berlin Antlaşması'yla Rusya'ya bırakıldı. Bu
şehirler, Türkiye 1.Meclis Hükümeti'nin Sovyetler Birliği ile 16 Mart 1921
tarihli Moskova Antlaşması'na kadar Rusya'nın elinde kaldı.
Mahmut Muhtar Paşa Köşkü, Moda
Ahmet
Muhtar Paşa’nın oğlu Mahmut Muhtar Paşa tarafından Moda’da satın alınan ve uzun süre Kadıköy
Kız Lisesi olarak hizmet veren mermer Köşk 1886’da Levanten bir mimar
tarafından yapılmıştır. Paşa konağı 1897’de
Rum asıllı Dimitri Veldemi’den alıp yerleşti. Kültür düzeyi o günlerde topluma
göre fevkalade yüksek olan Muhtar Paşa ailesi bu köşkte görkemli bir hayat
sürdü. Köşk 1956 yılında kamulaştırılarak Kadıköy Kız Lisesi’ne
dönüştü.
Mahmut Muhtar Paşa(1867-1935)
Sadrazam Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın oğlu olan Mahmut
Muhtar(Katırcıoğlu) Paşa çeşitli devlet görevlerinde bulunmuş, Harbiye’yi ve
Almanya Metz Askeri Akademisi’ni bitirmiş. İzmir Valiliği ve Bahriye Nazırlığı
yapmıştır. Mahmut Muhtar Paşa 1896 yılında Mısır Hıdiv’i İsmail Paşa’nın
kızlarından Prenses Nimetullah Hanım’la evlendi. Enver Paşa ile
anlaşmazlıklarından dolayı 1917 yılında devletteki bütün görevlerinden istifa
etti. Birinci Dünya Savaşı öncesi, Mahmut
Muhtar Paşa, Bahriye Nazırı iken İngilizler’den gemi almak üzere peşin ödeme
yaptı ancak savaşa Almanlar’ın yanında girilince İngiltere’den gemiler gelmedi.
Paşa, 1929’da Cumhuriyet döneminde savaş öncesi hatası yüzünden ‘hazineyi
zarara uğratmak’ suçlamasıyla Yüce Divan’da yargılandı ve suçlu bulundu. 22 bin
altını kendi servetinden ödeyen Paşa, “adaletin olmadığı bir ülkede yaşayamam”
diyerek bir daha geri dönmemek üzere ülkeyi terk etti ve Mısır’a yerleşti.
1935’de öldü, mezarı Kahire’de dir. Prenses Nimetullah bir daha Moda’ya
dönmedi. 1945’te vefat etti. 1952’de Mısır’da gerçekleşen ihtilal sonrası,
hanedanlığa ait her şeye el konulunca tüm varlığını kaybeden ailenin hayattaki
fertleri İstanbul’a, köşke döndü. 1956’da borçları ödemek için köşk ve içindeki
eşyaları sattılar. Köşk, kamulaştırılıp Milli Eğitim Bakanlığı’na devredildi.
Heykeller, çeşmeler, tüm eşyalar da müzayede ile satıldı. Bahçede çiçeklerle
bezeli göbeğin ortasında duran Fransız heykeltıraş Louis Doumas’ın
yaptığı,1864’te Paris’te dökülen bronz at heykelini Hacı Ömer Sabancı, arka
bahçedeki geyik heykelini de Vehbi Koç (Taksim Divan oteli önünde) satın aldı.
Paşa’nın beyaz Steinway piyanosunu ise müzisyen İlham Gencer almış.
1.2.2 Tuna cephesi
Tuna cephesi başkumandanı, Serdar-ı
ekrem Müşir Abdülkerim Nadir(Abdi) Paşa
idi. Emrindeki kuvvetler üç orduya ayrılmıştı. Bunlardan Vidin’de üslenen Batı
Tuna ordusunun başında Müşir Osman Paşa,
Rusçuk, Silistre, Şumnu ve Varna da üstlenen Doğu Tuna ordusunun başında Müşir Ahmed Eyüb Paşa, ikisinin
ortasından kalan Kuzey ordusunun başında ise Müşir Süleyman Paşa bulunuyordu.
Bu cephedeki denge Osmanlıların
hayli aleyhineydi. Abdülkerim Nadir Paşa’nın Rusların Tuna’yı geçmesine seyirci
kalmasıyla harb yarı yarıya kaybedildi. Bu zaafiyetinden dolayı Serdar-ı ekrem
bir müddet sonra Divan-ı harbe verilip mahkum olacaktır. 7 Temmuz’da Tırnova,
16 Temmuz’da Niğbolu’yu alan Ruslar, Şıpka Geçidine hakim olup, Balkan
Dağlarını aşmaya başladılar. Abdülkerim Nadir Paşanın azledilip yerine çok genç
Müşir Mehmed Ali Paşanın başkumandan
olması ve ordu içindeki diğer ayrılıklar müşirler arasında rekabeti artırdı. Bu
durum savaşın kaybedilmesine neden oldu. Müşir Süleyman Paşa, Şıpka Geçidini
ele geçirmek için bir hafta gece-gündüz demeden taarruzda bulundu, ancak
muvaffak olamadı. Bu defa Şıpka’yı geçmek için Müşir Mehmed Ali Paşa taarruza
geçti. Ayazlar, Karahasan, Ablova ve Kaçılova Meydan Muharebelerini kazandı ise
de, devamlı takviye alan Rus kuvvetlerini söküp atamadı.
Tuna Cephesindeki muharebeler
Rusların 21 Haziran 1877'de saldırıya geçmesiyle başladı. Tırnova ve Niğbolu'yu
alan İosip Gurko komutasındaki Rus birlikleri 19 Temmuz'da stratejik açıdan
büyük önemi olan Şıpka Geçidini ele geçirdiler. Süleyman Hüsnü Paşa
komutasındaki Osmanlı birlikleri Şıpka Geçidi'ni geri almak için çarpışırken
Grandük Nikolay Nikolayeviç komutasındaki Rus birlikleri Osmanlı ordusunu
Plevne'de abluka altına aldılar.
Gazi Osman Paşa ve
Fatih Camii haziresindeki türbesi
Rus ve Romanya’lı askerlerden
oluşan büyük ordunun Plevne’yi kuşatması karşısında, Osmanlı ordusu yaklaşık
beş ay süren ve tüm dünyanın askerlik uzmanlarını şaşırtan büyük bir savunma
yaptı. Gazi Osman Paşa'nın 145 gün boyunca cesaretle sürdürdüğü Plevne
Savunması ezici bir sayı üstünlüğü bulunan Rus ve Romen orduları karşısında 10
Aralık 1877'de başarısızlıkla sonuçlandı. Osman Paşa savaşırken yaralandı ve
esir düştü. Rus Çarı II.Aleksandır bu büyük Türk askerine saygı gösterip
kılıcını almadı. Osman Paşa İstanbul’a dönünce Sultan II.Abdülhamid, O’na
“Gazi” ünvanı ile bir kılıç hediye etti. Bir süre sonra da Saray Mabeyn
Müşavirliği’ne getirildi. Gazi Osman Paşa, 5 Nisan 1900 tarihinde vefat etti.
Vasiyeti üzerine Fatih Camii Haziresi’ne gömüldü.
II.Abdülhamid’in kızları ve Müşir
Gazi Osman Paşa’nın Oğulları
Ortaköy bulunan Gazi Osman Paşa/Naime Sultan yalısı Sultan
II.Abdülhamid tarafından Plevne kahramanı Gazi Osman Paşa’ya 1883’de Mabeyn
Mareşalliğine terfi ettiğinde ikametgah
olarak tahsis edilmişti. Abdülhamid iki kızı Zekiye ve Fatma Naime’yi Gazi
Osman Paşa’nın yakışıklı ve başarılı iki oğluyla evlendirdi. Damatlar
evlilikten sonra Paşa rütbesine yükseltildiler. II.Abdülhamid’in kızı Naime
sultan 1898'de, Gazi Osman Paşa'nın oğlu
Kemalettin Paşa ile evlendiğinde yalı II.Abdülhamid tarafından kızı Naime
Sultana, düğün hediyesi olarak verildi.
Yalının, birbirinin eşi haremlik ve selamlık bölümleri çift koridorlu
bir sistemle birbirine bağlanmıştı. İç duvarlarında ve merdiven sahanlıklarında
bulunan peysaj süslemeler ile ahşap tavan işlemelerinin bir eşi daha
yoktu.
Gazi Osman Paşa Yalısı / Fatma Naime Sultan Yalısı - Ortaköy
Hanedan, 1924’de yurt dışına sürgüne gönderilirken Naime Sultan,
yalısını eğitim amaçlı kullanılmak üzere Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne
bıraktı. Yalı 1926’dan 1933’e kadar Darü’l-Eytam (Yetim Yurdu), ve tütün deposu
olarak kullanıldı. 1933’te Gazi Osman Paşa Ortaokulu oldu. 2002’deki yangından
sonra kullanılamaz hale geldi ve 2007 yılında özelleştirme amaçlı satıldı.
Halen restorasyon çalışmaları devam etmektedir.
Aldatmalar, entrikalar, nihayet sürgünlerle biten mutsuz bir evlilik
yaşamış olsa da Osmanlı’da ilk beyaz gelinlik giyen ve böylelikle beyazlığın
saflık ve temizliğini gelinlikle bütünleştiren, Sultan II.Abdülhamid Han’ın
kızı Naime Sultan’dır. Tarihte ilk defa beyaz gelinlik giydiği tespit edilen
bayan, 1499 yılında 12.Louis ile evlenen İngiliz gelin Anne’dir. Şimdiki
gelinliklere benzer modelde ilk beyaz gelinliği giyen ise Kraliçe Victoria’dır.
1854’te Prens Albert ile evlenirken giymişti beyaz saten gelinliğini. 5.5
metrelik kuyruğu vardı. Halbuki o dönemlerde Kraliyet ailesi gelinleri, gümüş
rengi gelinlik giyerlerdi. Bu adeti değiştiren Kraliçe Victoria, dönemin
aydınları tarafından da, bekaretin sembolü olan beyaz rengi tercih ettiği için
alkışlanmıştı. Mısır’da, Roma’da ve Yunanistan’da da gelinlerin beyaz elbise
giymeleri adeti vardı. Çin ve Hindistan’da ise gelin elbiseleri kırmızıydı.
Osmanlı’da gelinlik için sarayda hanedanın rengi olan kırmızı tercih edilirken,
halk genellikle mavi, eflatun, leylak, mor ve pembe renkleri tercih ediyordu.
Gelin duvağı ise hem sarayda hem halk arasında daima kırmızı oldu. Paris
modasının yavaş yavaş Osmanlıyı etkilemeye başladığı 1870’li yıllarda ise artık
gelinliklerin rengi iyice açıldı. Prenses Naime Sultan, Avrupa’da bir düğün
fotoğrafında gelini, bembeyaz elbiseleri içerisinde görünce çok etkilenmiş ve
1898’de Gazi Osman Paşa’nın oğlu Kemalettin Bey ile evlenirken bu hayalini
gerçekleştirmişti.
Ortaköy'deki yangınlardan kurtulabilmiş tek yalı Naima Sultan yalısına
bitişik Hatice Sultan Yalısıydı. Bu yalıda 2007’de özelleştirmeye kurban gitti.
Şimdi yeniden yapılıyor. Yalının ilk sahibi Ali Saip Paşa’ydı. II.Abdülhamit
yalıyı mirasçılarından satın alıp, V.Murad'ın Şayan Kadın'dan olan kızı Hatice
Sultan'a düğün hediyesi olarak vermişti. Bitişiğindeki yalıda da gene aynı sene
evlenen II.Abdülhamid’in kendi kızı Naime Sultan ile kocası Nurettin Paşa
yaşıyorlardı. 1800’lerin sonunda neo klasik uslüpta yapılan bina, cumhuriyetten
sonra önce bir eğitim kurumuna dönüştürüldü sonra da 1972'de Yüzme İhtisas
Kulübü'ne tahsis edildi. V.Murad’ın 1 oğlu 3 kızı vardı. Oğlu Selahattin bey
genç yaşta öldü. Kızları, Hatice, Fehime ve Fatma sultanlardı. Aralarında en
akıllısı Hatice, en güzeli Fehime sultandı.
93 gün padişahlık yaptıktan sonra akli dengesini yitiren V.Murad, tahttan indirildikten sonra
ailesiyle birlikte Çırağan Sarayı'na kapatıldı. V.Murad devrin padişahı
II.Abdülhamid'ten izin çıkmadığı için kızı Hatice sultanı 31 yaşına kadar evlendiremedi.
Sonunda Hatice sultan amcası II.Abdülhamid’e mektup yazarak evlendirilmesini
istedi. II.Abdülhamid’de Hatice sultanı, Saray görevlisi çirkin ve yaşlı bir
adam olan Vasıf Bey'le evlendirdi.
Padişah, Ortaköy'deki Neşatabat Sahil Sarayları'ndan birini de Hatice
Sultan'a evlilik hediyesi olarak verdi. Sultanla evlendikten sonra paşa olan
Vasıf'ı Hatice Sultan yatağına almadı. Babası V.Murad’ın tahtan indirilmesine
sebep olan, kendi kızlarını Mareşal Gazi Osman Paşa’nın yakışıklı oğullarıyla
evlendirip kendilerine sıradan kocalar layık gören II.Abdülhamid’e kızgın olan
Hatice Sultan, Abdülhamid’den intikam almak için, bitişik yalıda oturan
II.Abdülhamid'in kızı Naime Sultan'ın kocası Nurettin Paşa'yı kendisine aşık
etti. Aşk mektuplarının II.Abdülhamid’in eline geçmesini sağladı. Haberin
duyulması üzerine, Nurettin Paşa Bursa'ya sürüldü, Naime Sultan ise kocasından
boşandı. Naime sultan daha sonra İşkodralı Celaleddin Paşa ile evlendi. Hanedan
sürgününden sonra bir süre Fransa’da yaşadı. Geçim sıkıntısı çekmeye başlayınca
kocasının memleketi Arnavutluk’a gittiler. Kocası Celaleddin Paşa orada öldü.
Tiran’a yerleşen Naime sultanın kocasından kalan arazisine ve evine 1939
Komünist devriminden sonra Arnavutluk rejimi el koydu. Kendisi de II.Dünya
savaşı yıllarında Arnavutluk’ta öldü.
Hatice Sultan ve kızı Selma
Hatice sultan skandalı V.Murad’ın şekerinin artmasına ve ölümüne neden
olur. Hatice ancak 1908’de kocası Vasıf’dan ayrılabilir. Kemaleddin paşa
1909’da Abdülhamid devrilince sürgünden döner ve Hatice sultanla evlenmek ister
fakat Hatice sultan kabul etmez. Hatice Sultan, Dışişleri diplomatı Rauf
Hayrettin beyle evlenir. Hayri ve Selma adlı iki çocuğu olur. 3 Mart 1924 de
Hanedan yurtdışına çıkarılma kararı verilince Rauf Hayrettin yurt dışına gitmek
istemez ve karısından ayrılır. Hatice hanım da çocuklarıyla Beyrut’a yerleşir.
Sıkıntılar ve yoksulluk içerisinde yaşar hatta son dönemlerinde yardımcısı
kadın fahişelik yaparak sultana bakar ve 1938’de Beyrut’ta ölür. Hatice
Sultan’ın Rauf Hayrettin beyden olan kızı Selma Hintli bir aristokrat ile
evlenir. Fransız yazar Kenize Murad bu çiftin çocuğu V.Murad’ın torununun
kızıdır.
Plevne'nin düşmesinden sonra
Sırplar’da Osmanlılara karşı yoğun saldırıya geçtiler. Hızla ilerleyen Rus
orduları Kazanlık, Samokov, Yeni Zağra, Çırpan, Tırnova ve Filibe'yi aldıktan
sonra Meriç Nehri'ni geçti. 20 Ocak 1878'de Edirne düştü. On gün sonra öncü
birlikler İstanbul'a 100 km uzaklıkta olan Rodosto(Tekirdağ) önünde gözüktü. 31
Ocak'ta Osmanlı Edirne'de bir ateşkes imzalamaya razı olur. Fakat Ruslar için
İstanbul'un işgal etme şansı doğmuştur. İstanbul'da panik başlar. Mecliste
milletvekilleri şiddetli bir biçimde hükümeti eleştirir. Rusların İstanbul’u
işgal etmesini istemeyen İngilizler 13 Şubat 1878'de İstanbul'un korunması için
bir donanma göndermeyi teklif edince, II.Abdülhamid bu teklifin tartışılması
için meclisi toplar.
Milletvekillerinden Naci Ahmet
Efendi: 'Padişahımızın nezaretinde böyle
bir toplantıyı daha önce düzenlemek gerekirdi. Savaşı kazanacağımız uygun zaman
geçmiştir. Şimdi olan olduktan sonra neye yarar şimdi bize danışmak' diye
konuşur. Abdülhamid bu sözler üzerine kızarak Meclisi terk eder ve Sadrazam
Sait Paşa'ya şöyle der: 'Komisyon bir
fikir edinsin diye yanıt ver o serseriye'. Sadrazam Sait Paşa uzun uzun
konuyu anlatır. Ertesi sabah ise milletvekilleri, Anayasanın kendisine tanıdığı
yetkiye dayanarak Sultan'ın Parlementonun çalışmalarını süresiz olarak askıya
aldığını öğrenirler.
Ayastefanos antlaşmasının
imzalandığı Yeşilköy'deki köşk
Ruslar Silivri'yi de alarak
Ayastefanos'a (Yeşilköy) kadar ilerlediler. Savaş Osmanlıların isteği üzerine
imzalanan Ayastefanos Antlaşması'yla son buldu. Antlaşmanın imzalandığı 3 Mart
Bulgaristan’da bağımsızlık günü olarak kutlanmaktadır.
1.2.4 Berlin Antlaşması
Avrupa'da dengenin Rusya lehine
bozulduğunu gören Avusturya, İngiltere, Fransa ve Almanya Ayastefanos
antlaşmasına karşı çıktılar. Sultan 4 Haziran İstanbul antlaşmasıyla Kıbrıs'ı
İngiltereye vererek konferans öncesi İngilizleri kendi safına çekti. Berlin'de
uluslararası bir konferans toplandı ve 13 Temmuz 1878'de imzalanan Berlin
Antlaşması'yla savaş resmen sona erdi.
Berlin Konferansı
13 Temmuz 1878'de imzalanan Berlin antlaşmasıyla:
• Romanya'nın, Sırbistan'ın, Karadağ'ın bağımsızlıkları resmen tanınır.
• Rusya’nın arzuladığı büyük Bulgaristan yerine, Bulgaristan parçalara bölünür.
• Besarabya Rusya'ya terkedilir.
• Dobruca Romaya'ya, Niş ve Pirot Sırbistan'a bırakılır.
• Makedonya yeniden Osmanlıya döner.
• Büyük Sırbistan kurulmayacaktır.
• Bosna ve Hersek Avusturya-Macaristan tarafından işgal edilip yönetilecektir
• Ardahan, Kars ve Batum Rusya'da kalır, Eleşkirt ve Beyazit Osmanlıya verilir.
• Osmanlı'nın ödeyeceği savaş tazminatı azaltılır.
Berlin antlaşmasından
sonra Balkanların durumu
Ruslar Ayastefenos’a kadar
geldiklerinde, savaşta yitirdikleri 5 bin Rus askeri için bir anıt mezar ve
içinde bir şapel yaparak zaferlerini taçlandırdılar. Anıt I.Dünya savaşı
sırasında Osmanlı donanmasının toplarıyla yıkılacak ve yıkılış filme
alınacaktır. Yedek subay Fuat Uzkınay tarafından çekilen film, Türk sinema
tarihinin ilk filmi olacaktır.
Rusların Ayastefanos’da
yaptıkları anıt.
1.2.5 Osmanlı-Rus Savaşının sonuçları
93 Harbi, Osmanlı Devleti'nin
dağılma sürecini başlatan önemli olaylardan biri sayılır. II.Abdülhamid'in,
yenilgiden sorumlu tuttuğu Meclis-i Mebusan'ı süresiz tatil ederek Kanun-i
Esasi'yi askıya alması, ayrıca savaş sonrasında Balkanlar'la Kafkasya'dan
Anadolu'ya gelen bir milyonu aşkın göçmenin yol açtığı toplumsal ve ekonomik
bunalım öbür önemli sonuçlarıdır. Başlangıçtaki başarılara karşın ordunun
donatım eksikliği ve teknik yetersizlikleri, özellikle Tuna cephesindeki
komutanlar arasında görülen geçimsizlik savaşın Osmanlı aleyhine sonuçlanmasına
sebeb olarak görülebilir. Osmanlı Balkanlar'daki toprağının çoğunu, Kıbrıs
adasını, Doğu Anadolu'daki üç vilayetini yitirmiştir.
1.2.6 Kızılay / Kızlhaç sembol farklılaşması
1864 yılında birçok Avrupa devletinin imzaladığı I.Cenova kongresi ile Kızılhaç ve Kızılay kurulmuş, amblem olarak da İsviçre bayrağının tersi seçilmişti. 93 Osmanlı Rus savaşına kadar Kızılay ve Kızılhaç kurumları aynı sembolünü kullandılar. Rus savaşında Osmanlı askerlerinin, bu sembol haçlıları anımsatıyor, geri bildirimi üzerine Kızılay sembol olarak hilal kullanmaya başladı. Osmanlı’yı takip eden diğer tüm Müslüman ülkelerde aynısını uyguladılar.
1.3 II.Abdülhamid ve son çabalar
Abdülhamid'in ilk saltanat
yıllarında 1875-1878 arasında, özellikle 93 Rus harbinde, çok şey
kaybedilmiştir. Romanya, Sırbistan ve Karadağ tam bağımsızlıklarını elde
etmişler. Bosna-Hersek’i Avusturya işgal etmiş. Bulgaristan özerk bir prenslik
olmuş. Kıbrıs adası İngilizlere terk edilmiş ve Kars ve Ardağan Ruslara
verilmiştir.
Sultan II.Abdülhamid
Toplam olarak 210,000 km2 dolayında toprak ve 5.5 milyon nüfus kaybedilmiştir. Bunlara ek olarak mali yapıda çok zayıflamıştır. Hem bu vilayetlerin elde çıkmasıyla vergi gelirlerinden olunmuş ilave olarak da Rusya’ya 800 milyon Frank savaş tazminatı ödemek zorunda kalınmıştır. 1856 Kırım Savaşında Rusya’ya karşı Avrupa ülkeleri ile ittifak yapan Osmanlı Avrupa topluluğunun bir parçası sayılmış ve ülke bütünlüğüne ve içişlerine karışmama ilkesi kabul edilmişti. 93 harbi sonundaki Berlin antlaşmasıyla bu ilkeler antlaşmaya yeniden yazılsa da, Ermenilerin oturduğu yerlerde istenilen reformların yapılması talep edilmiş aksi halde büyük devletlerin müdahalesi öngörülmüştür.
Berlin antlaşmasından sonra da
Osmanlı’dan yeni kopuşlar olmuştur. 1881’de Tesalya ile Epeiros Yunanistan’a
bırakıldı. Doğu Rumeli Bulgaristan’ın kontrolüne girer. Tunus Fransa’nın
kontrolüne girer, Mısır’da İngilizler tarafından işgal edilir. Balkanlarda
yaşayan Müslüman halk endişe içerisindedir. Baskılar, misilleme korkusu,
Hiristiyan halk lehine çıkarılan toprak reformu binlerce Türk ve Müslümanı
İstanbul’a doğru yola çıkarır.
1880’li yılların başında Osmanlı
imparatorluğunun görünümü de değişir. Avrupa’da yalnızca Makedonya kıyısı ile
Afrika’da Libya kıyısına sahip Osmanlı artık bir Asya ve Müslüman ülkesidir.
İmparatorluğun nüfusunun dörtte üçü Müslüman dır.
Abdülhamid, Meclis çalışmalarını
durdurduktan sonra 30 yıl süreyle bir daha parlamentoyu toplantıya çağırmayacak
fakat anayasayı da yürürlükten kaldırmayacaktır. Bu döneme bu yüzden ‘Anayasalı
Mutlakiyet’ denir.
Cumhuriyeti
kuracağından korkulan büyük devlet adamı Mithat Paşa
Meclisin açılmasından sonra
sürgüne gönderilen Mithat Paşa, bir
süre sonra İngilizlerin baskısıyla sürgünden çağrılır ve Şam ve Aydın
valiliklerine gönderilir. Abdülhamid, Mithat Paşa’yı gözden düşürmek için
nerede ciddi problem varsa oraya vali olarak atamıştı. Mithat Paşa’da her
görevden başarıyla çıkmıştır. Bu şekilde Mithat Paşa’yı gözden düşüremeyeceğini
anlayınca, Abdülaziz'in ölümüne karışmaktan yargılanmak üzere İstanbul'a çağırtır.
Aydın Valiliği yapmakta olan Mithat Paşa İzmir’de Fransız konsolosluğuna
sığınır. Abdülhamid'in ısrarlı çağrıları üzerine İstanbul’a gelir fakat 1881’de
Abdüllaziz’in ölümüne karıştığı iddasıyla idama mahkum olur. Sultan Abdülhamid
tarafından idam cezası müebbet hapise çevrilir ve Arabistan’da Taif’e sürgüne
gönderilir. Üç yıl sonra sürgünde boğdurulur. Abdülhamid’in bu ölümde etkisi
olduğu söylenir.
Milli Şair Namık
Kemal
Namık Kemal’de Sakız adası mutasarrıfı(yöneticisi) olarak
İstanbul'dan uzaklaştırılmış ve bu adada bir memur olarak hayatını
tamamlamıştır.
Abdülhamid iktidarının ilk yıllarında çok sayıda sadrazam değiştirir. Sadece ilk altı yılında 16 sadrazama görev vermiştir. Dolmabahçe sarayı yerine yüksek duvarlarla çevrili Yıldız sarayında yaşamıştır. Dış Politikada Tanzimat dönemi boyunca Rusya’ya karşı durabilmek için Fransa ve İngiltere ile yakınlık duran Osmanlı, Abdülhamid döneminde İngiltere’den uzaklaşmaya başlar. Bulgar isyanında yöreye yerleştirilen Türk göçerlerinin yarattığı katliamlar tüm Avrupa’nın Osmanlılara karşı durmasına neden olmuş. Abdülhamid kızıl sultan diye anılır olmuştur. İngilizlerin 93 harbinde sırf bu nedenle Osmanlı’ya yardım etmemeleri ve sonrasında 1882’de Mısır’ı işgal etmeleri bir şeylerin değiştiğini gösteriyordu. İngilizler Hint yolunu Ruslara kapatmak için artık Osmanlı yerine Bulgarlara, Ermenilere ve Araplara güvenmeyi tercih ediyorlardı. Kafkasya’dan gelecek Rusları durdurmak içinde bağımsız bir Ermeni devleti kurulmasını istiyorlardı. Kıbrıs ile Süveyş kanalına sahip olarak Doğu Akdenizi kontrol etmek istiyorlardı.
Rus Çarı III.Alexandr
Rusya 1878’de boğazları ele
geçiremiyeceğini anlayınca Bulgaristan’a güvenmek ister ama onlarda bağımsız
tavır alınca durum değişir. Bu arada 1881’de çar olan III.Alexandr daha önceki
çarın liberal yönetimi yerine mutlaki bir yönetimi tercih eder. Bu doğrultuda
benzer düşünceler içerisinde olduğu Abdülhamid ile gizli ittifak oluşturur.
Abdülhamid batı kamuoyunda çok
olumsuz etki bıraktı. Özgürlükleri yok eden, Ermenileri boğazlatıp öldüren bir
despot olarak tanındı. Bundan dolayı da kendisine Kızıl Sultan denildi. Bunda sürgündeki Jöntürklerin karşı
propagandasının da çok etkisi vardır.
II.Abdülhamid’in dış politikası ülkeler arasındaki
rekabeti kullanmak üzerine kuruludur. Örneğin Mısır üzerindeki emellerini
bildiği İngiltere ve Fransa’yı sürekli bir çekişme içerisine sokmuştur.
Osmanlı’nın Mısır’ı elinde tutamayacağını öngörmüş ve bu konuda çok çaba
sarfetmemiş olmasına rağmen Hicaz’daki kutsal topraklara, Yahudilerin devlet
kurmaya çalıştığı Filistin’e ve Ermenileri hak iddia ettiği Doğu Anadolu’ya
şiddetle sahip çıkmış, buralarda oynanan uluslararası oyunu bozmak için
devletin bütün imkanlarını kullanmıştır.
1.4 Abdülhamid dönemi darbe, kaçırma ve suikast girişimleri
Tahta darbeyle çıkan ve darbeyle
inen Abdülhamid’in döneminde de birkaç kez darbe ve V.Murad’ı kaçırma girişimi
olur. V.Murad hal‘edildikten sonra Çırağan Sarayı’nda oturmasına izin
verilmişti; tedavisi için her türlü yola başvurulduysa da bir sonuç alınamadı.
Başta mason çevreleri olmak üzere taraftarları onun sağlığının iyi olduğu ve
haksız yere hal‘edildiği propagandasını yayıyorlardı. Bunun üzerine
II.Abdülhamid, Murad’ı yerli ve yabancı doktorlardan oluşan bir heyete muayene
ettirerek hastalığının sürdüğüne ve tedavisinin imkansız olduğuna dair rapor
aldı. Kasım 1876’da eski padişah kaçırılmak istendi. İkisi Türk, ikisi yabancı
olan dört kişilik bir komite, Murad’ı Avrupa’ya kaçırmak ve hükümdarlığını
kabul ettirmek için kadın kılığında Çırağan Sarayı’na girmeye çalışırken
yakalandı. Bundan sonra 15 Nisan 1877’de Cleanti
Scalieri-Aziz Bey mason komitesi, onu kaçırıp tahta çıkarma planı yaptı.
Murad’ı kaçırarak bir camide biat edip yeniden padişah ilan etmeyi tasarlayan
komite üyeleri, içlerinden birinin ihbarı üzerine harekete geçemeden
yakalandılar.
Ali Suavi, Osmanlı Devletinin son zamanlarında yetişen devrimci
yazardı. Davutpaşa İskele Rüşdiyesinde bir kaç sene okuyan Suavi, medrese
tahsili görmemiş olup, cami dersleriyle kalmıştı. Bir müddet Rüşdiyede baş
muallimlik vazifesinde bulundu. Bu sırada hacca giden Ali Suavi, dönüşte Sami
Paşa'nın himayesiyle Filibe Rüşdiyesine hoca olarak tayin edildi. Daha sonra
Sofya'da ticaret mahkemesi reisliği, Filibe'de tahrirat müdürlüğü yaptı. Dinde
reform yapmak gerektiğini, hutbenin her milletin kendi dilinde okunması gerektiğini
savunuyordu.
Ali Suavi(1838 -
1878)
1867 senesinde İstanbul'a dönen
Suavi, bir taraftan Şehzade Camiinde vaazlar veriyor, diğer taraftan Filip
Efendinin Muhbir adlı gazetesinde yazarlık yapıyordu. Bir süre sonra devlet
aleyhinde şiirler yazmaya başladı. Bu durum, gazetenin kapatılmasına ve Ali
Suavi'nin Kastamonu'da ikamete mecbur edilmesine yol açtı. Kastamonu'dayken
Mustafa Fazıl Paşanın daveti üzerine kaçıp Paris'e gitti. Paris'te Mustafa
Fazıl Paşa ve arkadaşlarıyla yapılan toplantıdan sonra, burada alınan karar
üzerine Muhbir Gazetesini çıkarmak için Londra'ya gitti. Gazetenin daha ilk
nüshalarından itibaren kararlaştırılmış hedeflerin dışına çıktığı görüldü. Bu
yüzden Yeni Osmanlılar ve diğer erkan ile arası bozuldu. Namık Kemal ve Ziya Bey'in
desteklerini çekmeleri üzerine gazete kapanmak zorunda kaldı.
Londra'da bir İngiliz kızı ile
evlenen Ali Suavi, Sultan Abdülaziz'in tahttan indirilmesinden sonra İstanbul'a
geri döndü. Sultan II.Abdülhamid’in mabeyn feriki olan İngiliz Said Paşanın
yardımı ile Galatasaray Sultanisi’ne müdür tayin edildi. Kötü idaresi ile
mektebi karıştırması, perişan tavırları ve Türk halkının örf ve adetlerine
uymayan davranışları yüzünden kısa zaman sonra bu görevden azl edildi. Bu
olaydan sonra Sultan Abdülhamid idaresine düşman kesilen Ali Suavi, Sultan'ı
tahttan indirmeye ve yerine V.Murad'ı padişah yapmaya karar verdi. Bu konuda
İngilizlerin de desteğini sağladı. Bunun için gizli olarak çalışmaya başladı.
Etrafına topladığı beş yüz kadar Balkan göçmeni ile 20 Mayıs 1878’te V.Murad'ın
bulunduğu Çırağan Sarayı'nı basarak, V.Murad'ı dışarı çıkardı. Bu sırada
yetişen Beşiktaş muhafızı yedisekiz Hasan Paşa'nın vurduğu bir sopa darbesiyle,
Ali Suavi olay yerinde öldü. Yedi sekiz Hasan Paşa okuma yazma bilmeyen
Abdülhamid’in sadık adamlarından biriydi. İmzasını Arap alfabesinden yedi ve
sekiz rakamlarıyla attığı için bu lakab ile anılmıştır. Kanlıca’daki yalısı son
dönem güzel yalı örneklerindendir. Ali Süavi Yıldız Sarayı civarında bir yere
gömüldü. Bugün yeri kaybolmuştur. İngiliz olan eşi Mary, olay gecesi yalıda
bulunan belgeleri yaktıktan sonra ilk gemiyle Londra'ya döndü.
Yedi Sekiz Hasan Paşa
Yalısı, Kanlıca
İki liberal liderin saldırısı da
başarıya ulaşamaz ama Abdülhamid’in liberallere ve masonlara karşı güvensizliği
artar. V.Murad bundan sonra daha sıkı koruma altına alındı. 28 yıl boyunca tam
bir mahpus hayatı yaşadı. 29 Ağustos 1904’te kızı Hatice sultanın yarattığı
sansasyonla yükselen şekeri nedeniyle öldü ve Yenicami Türbesi’nde annesinin
yanına defnedildi. Yumuşak bir tabiata sahip olan, tahtta en az kalan Osmanlı
padişahı olarak tarihe geçen V. Murad’ın resim yaptığı, iyi piyano çaldığı,
ileri düzeyde Fransızca konuştuğu ve bazı eserler ortaya koyduğu bilinmektedir.
Ayrıca mimarlığa da ilgi duyduğu belirtilir. Fazla alafranga davranması ve
mason teşkilâtına girmesi (23 Ekim 1872) özellikle kardeşleri tarafından hoş
karşılanmamıştır. En büyük zaafının içki düşkünlüğü ve müsrifliği olduğu
kaydedilir.
Yıldız Suikastı, 21 Temmuz 1905 günü Osmanlı padişahı II.Abdülhamid'e
karşı Ermeni Devrimci Federasyonu tarafından Yıldız Hamidiye Camii önünde
yapılmış bombalı bir suikast girişimidir. Doğu Anadolu'da bağımsız bir Ermeni
Devleti kurulmasını isteyen Ermeni Devrimci Federasyonu Taşnak yanlısı bir grup
Ermeni, Osmanlı padişahı II. Abdülhamit'i öldürmeyi planladı. Bu amaçla bir
atlı arabaya 120 kg miktarında patlayıcı yerleştirerek, padişahın Cuma
selamlığından sonra Yıldız Hamidiye Camii önündeki yoluna yerleştirdiler.
Suikast için padişahın kendi arabasına yürüyüş süresi 1 dakika 42 saniye olarak
tesbit edilmişti. Ancak Şeyhülislam Cemaleddin Efendi'nin Sultan Abdulhamit'e
bir soru sorarak geciktirmesi üzerine bomba Sultan Abdülhamit etki alanı
dışındayken patladı ve padişah hiçbir zarar görmeden kurtuldu. Patlama sonucu
civardaki halktan 26 kişi öldü. Olaydan sonra yapılan araştırma sonucu olaya
karışan 40 kişinin kimlikleri belirlendi. Bunlardan 15 kişi yakalanarak
tutuklandı. Belçika vatandaşı Edward Joris'in suikast girişiminin lideri olduğu
sonucuna varıldı. Edward Joris iki yıl hapis yattıktan sonra serbest bırakıldı.
1.5 Abdülhamid’in kişilik yapısı ve yönetim anlayışı
Abdülhamid, amcası Abdülaziz'in tahttan indirilmesi ve
şüpheli koşullarda ölümü, ağabeyi V.Murad'ın tahta geçirildikten üç ay sonra
ruhsal çöküntü geçirdiği iddiasıyla tahttan indirilerek Çırağan Sarayı'na
hapsedilmesi olaylarına tanık olması iç dünyasında da derin izler bırakmıştı.
Birincisi kimseye güven duymayan
ve devlet işlerine en ufak ayrıntılara varıncaya kadar karışan, mutlakiyetçi,
aydınların sesini kesen, halkların ulusal özlemlerini bastıran bir despot. İkincisi
yeniliklere açık, İtalyan operalarıyla modern mimarlık meraklısı, eğitimi
geliştirme, adaleti örgütleme, demiryolları ve telgraf sayesinde iletişim ağını
düzeltip iyileştirme arzusu taşıyan, çağına açık bir kişilik.
II.Abdülhamid parlamentarizm’in
Osmanlı için erken olduğuna, toplumun henüz olgunlaşmadığına inanıyordu. Ona
göre özellikle eğitim alanında oluşturulan kurum ve reformların daha zamana
ihtiyacı vardı. Bu zaman içerisinde Osmanlı toplumu bir yol göstericiye
gereksinim duyuyordu. Bu da Sultan II.Abdülhamid’ti. Osmanlı toplumunun çok
halklı yapısı gereği, meclis, farklı düşüncelerin ve ayrılıkların
haykırılabileceği bir ortam oluşturuyordu ki bu Sultan’a göre ciddi bir
tehlikeydi.
Mithat Paşa, toplumlara
özgürlükleri tanımayı imparatorluğun gelişimi için bir araç olarak görürken,
II.Abdülhamid Osmanlı’nın birlik ve bütünlüğüne önem veriyordu. Dedesi
II.Mahmud’un mutlakiyetçi ve otoriter yönetiminden etkilenmişti.
Yaşantısı sade ve lükseden
uzaktır. Dolmabahçe sarayının Rokoko mimarisi yerine çok daha basit Yıldız
Sarayı’nda yaşar. Tanzimat dönemi yöneticilerinin lüks ve batılılaşmış
davranışlarını beğenmeyen halk, Abdülhamid’i bu açıdan çok takdir eder.
Abdülhamid’in saray değiştirmesinin esas nedeni ise, Sultan Abdülaziz’in
darbeyle indirilişi sırasında Dolmabahçe Sarayının donanma tarafından
kuşatılmış olmasıdır. Abdülaziz döneminde yeni baştan oluşturulan donanmayı
saltanatı dönemince Haliç’te demirli tutmuş, çürümeye terk etmiştir.
Abdülhamid Ermenilerin ya da Jöntürklerin kendisini öldüreceği korkusuyla bir casus şebekesiyle birlikte yaşıyordu. Yıldız sarayı bu açıdan da çok güvenli bir saraydı. Abdülhamid’in çevresinde meddahlar ve saraylılar vardır, kendisini saraya hapsetmiştir. Bu nedenle imparatorluğun gerçeklerinden de uzaklaşmıştır.
Abdülhamid döneminde Babıali zayıflamış, her kararı Sultan’ın aldığı bir yönetim oluşmuştur. Sadrazam ve vekiller karar alıcı değil uygulayıcıya dönüşmüşlerdir. 33 yıllık yönetiminde 17 sadrazam kullanır. Kendi istediği ya da başka bir ülkeye yaranmak için 26 kez hükümet değiştirir. Abdülhamid döneminde iki devlet görevlisi öne çıkar. Sait Paşa ile Kamil Paşa.
Sadrazam Sait Halim
Paşa ve Yeniköy’deki yalısı
Sadrazam Sait Halim Paşa(1838-1914)
Mısır'da doğmuştur. Mısır Hidivi Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın torunudur.
İsviçre'de yüksek öğrenim görmüştür. Hidiv olma şansını yitirince İstanbul’da
yükselme yollarını aramıştır. Mahmut Şevket Paşa'nın öldürülmesinden sonra fiili
gücün İttihak Terakki partisinde olduğu dönemde 1913’de Sadrazam olmuştur. Yaklaşık
beş sene Osmanlı’ya sadrazamlık yapan Sait Halim Paşa bu süreçte Almanya sefiri
Baron Wangenheim ile kendi yalısında Almanya ile ittifak anlaşması
imzalamıştır. 27 Mayıs 1915 günü Ermeni Tehciri yasasını Harbiye Nazırı Enver
Paşa ile imzalayan ikinci kişidir. 1915'te Hariciye Nazırlığından, 1917'de
Sadrazamlıktan çekilmiş, yerine Talat Paşa geçmiştir.
1919’da İstanbul işgalinde
İngilizler tarafından Malta’ya sürülmüş, dönüşünde Roma'ya gitmiştir. 6 Aralık
1921'de Ermeni komitacısının silahlı saldırısına uğrayarak hayatını
kaybetmiştir. Naa'şı İstanbul'a getirilmiş ve 30 Aralık 1921 günü büyük törenle
II.Mahmut Türbesinin bahçesine defnedilmiştir. Sait Halim Paşa emniyet
örgütünün gelişmesine, adaletin bağımsızlığına, bürokrasinin modernleşmesine,
İstanbul Ticaret Odasının kurulmasına, modern okul ağının genişlemesine
katkılar yapmıştır.
Kamil Paşa (1832-1913) İngiliz yanlısı idi. Yabancı ortaklıkları
iletişime ve modern sanayiyi yaratmaya yönlendirdi. İki paşa da II.Abdülhamid
üzerinde bir etki yaratamadılar. Sonunda korktukları oldu. Sait Halim Paşa
1895’de İstanbul’da İngiliz Elçiliğine sığındı. Kamil Paşa’da Aydın Valisi iken
İzmir’de İngiliz Konsolosluğunun korumasına girmek zorunda kaldı.
Yıldız sarayında sürekli Arap
eyaletlerinden, Orta Asya’dan yada Hindistan’dan konuklar vardır. Mekke
şerifinin bazı üyeleri de Kutsal Kentlerin bağımsızlık heveslerini
yeşertmeyecek bir biçimde sarayda birer rehine durumda konuktur.
II.Abdülhamid ülke üzerindeki
otoritesini hızla büyüyen bürokrasiyle sağlar. 1900’ların başlarında devlet
görevlisi sayısı 100,000’e ulaşacaktır. Yüksek kademeden görevliler Tanzimat
döneminde kurulan Mülkiye Mektebinde yetişirler. Hukuk Mektebi ve Maliye
Mektebi gibi yeni kuruluşlar da vardır.
Abdülhamid’çi devlet bir polis
devletidir. 1880’de Fransa örnek alınarak Zaptiye Nazırlığı, muhtemelen
Almanya’dan esinlenilmiş bir jurnal sistemi kurulur. İhbarcılık ve jurnalcilik
hızlanır. Bir yerden bir yere gitme gözetim altındadır. Osmanlı, Rusya’yla
birlikte pasaport sistemini kuran ilk ülkedir.
Yayınlara sansür uygulaması
Abdülaziz döneminde başlamıştır, Abdülhamid döneminde iyice sertleşir. Bazı
kelimelerin kullanımı bile yasaktır. Örneğin özgürlük, anayasa, devrim, anarşi,
grev, vatan, burun vb..
1878’den sonra eyaletler ve
özellikle başkent ilk ve orta dereceli okullar ile örülür. İyi bir Müslüman ve
dürüst Osmanlı vatandaşı yetiştirmek hedeflenir. Maliye Mektebi, Hukuk Mektebi,
Güzel Sanatlar Akademisi, Ticaret Mektebi gibi yüksek okullar açılır. 1900
yılında bütün bunları taçlandırmak için de İstanbul Üniversitesi açılır.
1.6 Abdülhamid ve Panislamizm
II.Abdülhamid Ortadoğu’daki büyük devletlerin
yayılmacı politikalarına karşın ikinci bir silah olarak da hilafetin gücünü
kullanmak istemiştir. Elindeki diğer güçleri kaybedince, ülke içinde birlik ve
beraberliği sağlamak için dini birleştirici bir faktör olarak kullanmıştır. II.Abdülhamid
döneminin Tanzimat döneminden en önemli farklarından birisi dinin yeridir. II.Abdülhamid, Osmanlı
cemiyetinde dini ön plana çıkarmaya, halkın günlük yaşantısının her safhasında
İslami unsurları vurgulayarak kendi liderliğinde bir sosyal bilinçlenmeyi gerçekleştirmeye
gayret etmiştir. Buna ek olarak tarikatlara özel önem vermiş, bunların yemek ve
aydınlanma masraflarını bizzat kendi karşılamış, harap halde olan tekkelerin
onarımını yaptırıp, tekke büyüklerinin türbelerini tamir ettirmiştir. Bu
dönemde daha fazla cami yapılır. Sultanın yakın çevresinde çok din adamı
vardır. Abdülhamid Kadiri tarikatından olduğu için dindar ve sofu bir hayat
sürer ve bu düzeni savunur. Arap vilayetleri ve Afrika’daki nüfuzlu tarikat şeyhlerine nişan ve
rütbeler ihsan etmiş, maaşlar bağlamıştır. Diğer Müslüman devletlerle de
din tabanlı ilişkiler kurulmaya çalışılır.
İstanbul’dan sonra sokakların ilk aydınlatıldığı şehir
Şam olmuştur. Din kitaplarının doğru bir şekilde basım ve yayınına dikkat
edilmiş, en uzak sömürgelerde yaşayan Müslümanlara Kuran-ı Kerimler
göndermiştir. Bu politika genel olarak Panislamizm olarak yorumlanmasına karşın
II.Abdülhamid’in yaptığı daha çok, dış saldırılara karşı ülkedeki Müslümanlar
arasında birlik ve dayanışma sağlamaktır. Artık Osmanlılık düşüncesi
çöküşe geçmiştir ve onun yerine konacak bir şeye ihtiyaç vardır bu da İslam
olacaktır. Panislamizmin ana parçası olarak halifelik kullanılmaya başlanır.
Halife olarak yalnızca Osmanlının değil tüm Müslümanların liderliğine oynanır.
Arzulanan Papalık gibi bir güç unsuru olmaktır. Batı yaygınlaşacak bir
Panislamizm’den çekinmeye başlar.
Milliyetcilik, Türk olmayan
Müslüman halklar, Arnavutlar, Araplar ve Kürtler de uyanma başlatmıştır.
Panislamizm ile bu engellenmeye çalışılır fakat başarılı olunmaz. Ayrılıkçı
eğilimlerin önce Araplardan gelmesi bekleniyordu. Özellikle İngiltere bu konuyu
geliştiriyordu. 1880-1881’de Arap vilayetlerinde dağıtılan özgürlükçü
bildirileri görüyoruz. Londra’da Arapça yayınlanan gazetelerde, Halife Arap
kökenli olmalı diye yazılar yayınlanıyordu.
1.7 Abdülhamid Dönemi Bayındırlık Faaliyetleri
Abdülhamid Osmanlı halifeliğinin yasallığını savunan yayınlara destek oluyor ve o bölgeye yatırımlarını yöneltiyordu. 1882-1908 yılları arasında Suriye’de ve Hicaz’da 2,350 km demiryolu döşenmiştir. Aynı dönem içerisinde Anadolu’ya döşenen demiryolu ise 1,850 km dir.
İlk demiryolları sömürge
demiryolları gibi limanları art ülkeye bağlamak için tasarlanmıştı. Bağdat
demiryolu ise bütün ülkeyi iktisadi gelişmeye açacaktı. Muhacırlar hat boyuna
yerleştirilecek böylece değersiz bölgeler değerlenecek, dışsatımı sağlayacak
tahıl üretimi artacaktı.
Demiryolu inşaatı çok hızlı
ilerledi. Yüzyılın sonunda hattı İran körfezine doğru uzatmak söz konusu olunca
işler karıştı. Fransa ve İngiltere projeye katılıp katılmamakta kararsız
kaldılar. Sonunda 1903’de Fransa şirkete ortak oldu. Kurulan şirket hat boyunca
belirli bir kilometre genişliğindeki ormanları, madenleri, taş ocaklarını
işletme hakkı almıştı, arkeolojik kazı bile yapabilecekti. Almanlar Osmanlı
İmparatorluğundan geçen bir koridor sahibiydi. Balkan göçmenler hat boyuna
yerleştirilmiş, Konya ovası sulanmış, Adana’da pamuk ekimi ilerlemişti.
Almanların demiryolu imtiyazları Rusya ve İngiltere’yi de heyecanlandırdı. 1900
yılında Rusya Karadeniz de demiryolu yapma hakkını elde eder. 700 kilometre yol
yaparlar.
Abdülhamid döneminde Şam kenti
1906’da İstanbul’dan önce aydınlatmaya ve elektrikle işleyen tramvaylara
kavuştu. Bu politikanın sonucu olarak bürokraside de çoğu pozisyonda Arapları
görürüz. Nazırlık makamlarında, Saray dairelerinin başlarında hatta ordu da
Arap subaylar çoğalmıştı.
Hicaz demiryolu hattı
Arap politikaları içerisinde en
etkili olanı Kutsal kentleri Şam’a bağlayan Hicaz demiryoludur. Mekke’ye haccı
kolaylaştırmak amacıyla yapılan bu yatırımın geri plandaki amacı ise
gerektiğinde hızlı asker sevkiyatı yapabilmektir. Müslümanların katkıları ve
Türk mühendis ve teknisyenlerince yapılan bu demiryolu Müslümanların da
gerektiğinde iyi işler başarabileceğini göstermek açısından önemliydi.
Şişli Etfal(Çocuk) Hastahanesi
Dr.İbrahim Bey 1893 yılında Sultan II.Abdülhamid'in fermanıyla, Almanya'da ihtisasa gönderilen hekimler arasındadır. Berlin ve Bonn’da üç yıl da ihtisasını tamamlar ve yurda döner.
Deniz Hastahanesi uzman
hekimliğine atanır. 12 Şubat 1898 tarihinde acilen Yıldız Sarayı’na çağırılır.
II.Abdülhamid'in kızı sekiz aylık Hatice Sultan ciddi düzeyde rahatsızdır.
Dr.İbrahim Bey Sultan’nın kızını muayene eder, önceden konulan difteri tanısını
doğrular ve durumunun ümitsiz olduğunu, Padişahın kendisini büyük üzüntüye
hazırlamasını söyler. Nitekim Hatice Sultan aynı gün öğleden sonra vefat eder.
18 Şubat 1898'de Sultan
II.Abdülhamid, huzuruna kabul ettiği Dr.İbrahim Bey’e kızının anısını yaşatmak
üzere bir hayır yaptırmayı düşündüğünü ve bu konudaki görüşünü sorması üzerine,
İbrahim Bey, Osmanlı İmparatorluğu toprakları üzerinde henüz bir çocuk
hastanesi bulunmadığını ifadeyle, çocukları hastalıklardan koruyacak, hastalananları
tedavi edecek bir çocuk hastanesi kurulmasının uygun olacağını belirtir. II.Abdülhamid
bir gün düşündükten sonra öneriyi kabul eder ve Dr.İbrahim Bey'i Şişli Etfal
Hastahane’sini kurmakla görevlendirdiği gibi aynı zamanda Saray hekimliğine
atar. 13 Mayıs 1898'da temeli atılan hastane, 5 Haziran 1899 da hizmete açılır.
Dr.İbrahim Bey’de Baştabipliğine getirilir. Yüzyılı aşkın süredir hizmet veren
Hastahane önümüzdeki yıl, Şişli’den Seyrantepe’deki yeni modern binalarına
taşınacak.
1.8 Abdülhamid Döneminde din ve eğitim
Abdülhamid döneminde Panislamizm önem kazandıysa da, dinin etkisi, Tanzimat öncesi dönemki kadar olamadı. Ulema geleneksel gücüne yeniden kavuşamadı. Birkaç istisna dışında tarikatlar zayıfladı. Bu dönemde din kitapları daha çok yayınlanmasına karşın diğer basılan kitaplarla karşılaştırıldığında oranları düşmüştür.
Bu dönemde İslamın modernleşmesine inanan ulema, tepki ve baskı görmüş ve bu tarz insanlar Mısır ve Hindistan’a göçerek İstanbul’un bir İslam merkezi olmasını engellemiştir. Bu konuda eğitimi ve bilgin kişileri ile Kahire sivrilmiş ve Kahire İslamın dinsel merkezi olmuştur.
1830 yıllarına doğru Amerikan
Protestan Misyonları Osmanlı İmparatorluğunda hayırsever (hastahane, bakım
merkezi vb) ve eğitim çalışmalarına başladılar. Bu dönemde 5,500 öğrencinin
okuduğu 205 Amerikan okulu vardır. Daha sonraki yıllarda bu rakamlar altta
görüldüğü gibi artacaktır. Bu okullar özellikle Ermeni halkı hedefler ve
Ermenilerin yoğun olduğu doğu illerinde yoğunlaşmıştır. Birinci Dünya Savaşı
öncesinde bu okullarda okuyanların 399 adedi Rum, 122 adedi Türk, 4,385 adedi
ise Ermeni kökenlidir. 1908 yılında İstanbul Robert Kolej’de okuyan öğrenciler
arasında Türkler %5’i geçmiyordu.
1800’lerin sonlarında kültürel
değerlerini en çok duyuran ülke Fransa’dır. Osmanlı Hariciye Nazırlığının
arşivi Fransızca’dır. Yeni kurulan yabancı şirketlerde kullanılan dil
Fransızca’dır. Zaten eskiden beri Osmanlı okullarında en çok öğretilen dil
Fransızca olmuştur. Stamboul adlı Fransızca yayınlanan bir gazete vardır.
İmparatorlukta Fransız okullarına 90,000 öğrenci devam etmektedir. Fakat buraya
devam edenler çoğunlukla Müslüman olmayan halkın çocuklarıdır ve Suriye ile
Lübnan’daki Hiristiyan Araplara yönelik bir eğitim programıdır. Anadolu çocuğu
yine okulsuzdur.
1.9 Abdülhamid döneminde ekonomi
Abdülhamid’in iktidara gelişi 19.
yüzyılın sonlarına doğru ‘dünyanın
paylaşılmasına’ kadar gidecek emperyalizmin genel yükselişinin başlangıcına
denk düşer. Osmanlı İmparatorluğu yayılmacı Avrupa devletlerinin ilk yemi olur.
Mali açıdan 1875 iflasından beri Osmanlı borçlarının ödenmesi sorunu çözüm
bekliyordu. Osmanlı ordularının Ruslar karşısında geri çekilmesi Osmanlı
tahvillerine sahip sermayedarları endişeye sevketti. Berlin antlaşmasından
sonra Osmanlı borçları konuşmak için Avrupalı alacaklıları ile konuşmaya
başladı. 1881’de Muharrem kararnamesiyle borç 280 milyondan 116 milyona TL ye
indirildi.
Tevhid-i Düyun, mevcut borçların birleştirilerek bir
kalemde toplanması ve bu suretle toplam borç üzerinden hatırı sayılır bir
indirim yapılmasıydı. II.Abdülhamid’i rahatsız eden kapitülasyonlardı.
Zamanında bu imtiyazı eline geçirmiş devletler, bunu suistimal edecek derecede
kullanıyor ve Osmanlı Devleti’nin zarar görmesine yol açıyorlardı. İkili
görüşmelerde her ülke diğeri de razı olursa kaldırırım diyerek Osmanlı’yı
oyalıyordu. Osmanlı’da ise hepsine meydan okuyup kapitülasyonları kaldıracak
vizyon ve cesaret yoktu.
Muhtemelen II.Abdülhamid kapitülasyonları kaldırmanın en gerçekci yolunun dış borçların ödemesinden geçtiğini düşünüyordu. Daha Padişahlığının ilk yıllarında toplam borçlar üzerinden önemli indirim yaptırmıştı. 1876 yılında tahta çıktığında iflasını ilan etmiş bir ülke devralmıştı. Yani alacaklılar kapıda bekliyordu. O sırada meydana gelen 1877-1878 Osmanlı Rus harbi meselenin çözümünü bir süre erteledi. Bu arada savaşın maliyeti ve mağlubiyet nedeniyle doğan karşı tarafın zararını telefi etme zorunluluğunun getirdiği ek ağır yük de iflas halindeki ülkenin borçlarını daha da artırmıştı. Savaş bittikten sonra Abdülhamid alacaklı devletler ile müzakereye oturdu ve Osmanlı borçlarının %52 oranında indirilmesini sağladı. O ana kadar birikmiş olan 252 milyon liralık borç 125 milyona liraya düşürüldü. Böylece yıllık borç taksitleri azalmış ve ödenebilir bir miktara inmişti. Avrupa devletleri bu ödüne karşılık, 1881 yılında Osmanlı içinde Düyun-ı Umumiye adı verilen özel imtiyazlı bir şirket kurarak bazı Osmanlı gelirlerini borçlar karşılığında toplamaya başladı. Şimdiki İstanbul Erkek Lisesi binasında faaliyete geçen Düyun-ı Umumiye İdaresinin el koyduğu gelir, tüm Osmanlı gelirlerinin %25 ile %30’una tekabül ediyordu.
Düyun-u Umumiye Binası
(Şimdi İstanbul Erkek Lisesi)
Osmanlı Maliye nazırlığından
tamamen ayrı bir Düyunu Umumiye (Kamu Borçları İdaresi) kurularak tuz tekeli,
içki vergisi, pul resmi, ipekli kumaş vergisi, avlanma harçları, tütün gelirler
vb tahsilat bu şirketin yönetimine bırakıldı. Bu şirket Osmanlı tahvil
sahiplerini temsilen birer İngiliz, Fransız, İtalyan, Avusturyalı, Alman,
Osmanlı ve galata bankerlerini temsilen bir kişi olmak üzere 7 kişiden
oluşuyordu. Bu şirketin kuruluşuyla Osmanlı, daha önce benzer nedenlerle
Avrupa’nın siyasal denetimi altına girmiş Mısır ve Tunus gibi olmaktan
kurtuluyordu. Başlangıçta olumlu etkileri de olur. İyice zayıflamış ipek
böcekçiliği yeniden canlanır ama sonradan devlet içerisinde devlet gibi hareket
etmeye başlayınca sorunlar başlar. Abdülhamid’in saltanatının sonlarında 720
şubesi ve 5,500 çalışanı vardır. O dönemde Osmanlı maliyesinde daha az memur
çalışıyordu. Düyunu Umumiye devlet gelirlerinin %30’unu denetliyordu. Osmanlı
Bankası, Düyunu Umumiye ve 1888’den sonra faaliyete başlayan Deutsche Bank
birlikte Osmanlı maliyesini denetim altında tutuyordu. Fransız sermayesiyle
kurulan Tütün Tekeli İdaresi 1883 de kuruldu. 1900 de 9,000 yakın görevlisi
vardı.
Abdülhamid döneminde de bütçe
açığı ve askeri giderler için borçlanmaya devam edildi. Bu sefer borçlanma
miktarı Abdülaziz dönemine göre daha azdı ve daha iyi kullanılmıştı. Yabancı
sermaye miktarları her geçen yıl ciddi artışlar gösterdi. 30 yılda 6 misli
arttı.
Yabancı yatırımcılar en çok
demiryoluna yatırım yaptılar. Yatırılan sermayenin üçte ikisi bu alanadır.
Abdülhamid döneminin başında 1878’de 1,800 km olan demiryolu, saltanatının
sonunda 1908’de 5,800 km çıkacaktır. Demiryollarına, limanlara yapılan yatırım,
toplam yatırımın %73’üdür. Buna sigortacılık ve bankacılık da eklenince bu
rakam %81’ e ulaşır. Buradan görülebileceği gibi yatırımlar Osmanlı’nın
sanayileşmesine yapılmamıştır. Yatırımlar tarımsal ürünlerin dışarıya
gönderilmesini kolaylaştırarak Osmanlı’yı bir ham madde sağlayıcısı ve mamül
maddeler için pazar olma durumuna sokuyor. Yatırımların ülkelere göre dağılımı
da aşağıdaki gibidir. İngiliz sermayesinin azalışı dikkate değer.
Abdülhamid döneminde Osmanlı
zayıflasa da, Avrupa’nın çıkarları doğrultusunda Osmanlı’yı yok edemeyeceğini gören
ve politikasını bu yönde kuran Abdülhamid, kısmen haklı çıkmıştır. Örneğin
Osmanlı’ya çok fazla yatırım yapmış ve ekonomisini Osmanlı’ya bağlamış Fransa
1895-1896’da Ermeni sorununa müdahale konusunda kaytardığı görülecektir.
Abdülhamid döneminde yabancı
sermayenin ülkeye bir tehdit oluşturulacağı öngörülmüyordu. İstanbul’da
emperyalizmin tehditleri ancak 1910-1911 yıllarına doğru anlaşılmaya başlandı.
1880 yılında Nafia (Bayındırlık) bakanı Hasan Fehmi paşa’nın Abdülhamid’e
sunduğu raporda demiryolu yapımında yabancı ortaklara tanınacak ayrıcalıkların
hiçbir sakıncası olmadığı belirtilmektedir.
Bu dönemde Osmanlı’da yabancı
posta sorunu vardır. Her ülke kendi posta teşkilatını kurmuş ve her türlü
faaliyeti bu postalar aracılığıyla yapmaktadır. Osmanlı bu posta teşkilatlarını
denetleyemez. Galata’daki Fransız postahanesi yasak gazete, broşür gibi
yayınların gizlice yayılmasına yardımcı olur. 1901’de Sirkeci Garı’nda yabancı
postahaneler ait torbalara el konur, fakat yabancı elçiliklerin müdahalesi sonucu
geri verilir. Daha da ilginci İtalya 1908 yılında kendi posta idaresinin
kurulmasını sağlatabilmek için donanmasını İstanbul önlerine getirip bir tehdit
gösterisi bile yapmıştır.
Yabancı devletler
kapitülasyonlarla kazandıkları hakları bırakmamak için çok direnç
gösteriyorlardı. 1907 yılında Japonya ile karşılıklı elçi alıp verme
görüşmelerinde Japonlar kendilerine kapitülasyon isteyince görüşmeler
tıkanmıştır. Japonya bile kendisinde bunu isteme hakkı görebilmekteydi. Tüm
devletler Osmanlı’ya bir yarı sömürge devlet olarak bakmaktaydı.
Osmanlı’da tarımsal nüfus, genel
nüfusun %75-80’ini oluşturuyordu. Ve tarım yapanların vergileri ağırdı. Buna
tarım araçlarını ilkelliğini ve sermaye eksikliğini, sık sık askere alınmalar
nedeniyle tarlada çalışan işgücün azlığı eklenince tarım da üretim eksikliğinin
nedeni ortaya çıkar.
Modern tarımı için gerekli ziraat
teknisyenlerini yetiştirmek için Halkalı ziraat mektebi bu dönemde öğrenime
başlamıştır.
Ziraat Bankası,
Ankara
Gene 1888 yılında tefecileri
ortadan kaldırıp tarımı finanse etmek amacıyla Mithat paşa tarafından Ziraat
Bankası kurulmuştur. 1800’lerin sonuna dek İstanbul buğdayı Mısır’dan
getirtiyordu. Bir tarım ülkesi olan Anadolu’nun buğdayı ulaşım problemleri
nedeniyle İstanbul’a getirilemiyordu. Demiryollarının yapımıyla tahıl
Anadolu’dan getirtilir olmuştur. Osmanlı kırsal kesimine baktığımızda görülen
çoğu kez 5 hektara varmayan aile işletmeleridir. Toprak devletindir, 1858 Arazi
kanunu da bunu benimsemiştir, köylü toprağı işlemekte ve ürününü satmaktadır.
Modern tarım işletmeciliği İzmir art bölgesi ile Kilikya’da (Tarsus yöresi)
ortaya çıkar. Dış pazarlara yönelik tarım ürünleridir üretilen. Yüzyılın
sonlarında Adana yöresinde büyük mülkiyetler çıkmaya başlar. Kilikya 1914
öncesinde en çok tarım makinasının kullanıldığı bölgedir.
1867 de yabancıların toprak
edinmesine izin veren kanun çıkınca İngiliz tacirler İzmir’de makine kullanan
kapitalist tarım işletmeleri kurdular. Ne var ki bu girişimler de uzun süreli
olmaz. El emeğinin azlığı, köylülerin hoşnutsuzluğu, yöreyi kasıp kavuran
eşkiyalık bu sermaye gruplarının işi bırakmasına neden olur. Özellikle o dönem
Ege de ünlenen Çakıcı Efe bölgeyi
kasıp kavurur. Yüzyılın başında Ege bölgesindeki tarım ürünleri ticareti Rum ve
Ermenilerin eline geçmiştir. Adana bölgesi de benzerdir. Büyük toprak sahipleri
genellikle Rum ve Ermenidir. Rumlar özellikle pamuk tarımına egemendir.
1908 yılında büyük yaz
grevlerinin patladığı sırada imparatorlukta emekçi sınıf 70 bini kadın olmak
üzere 250 bindir. Bu işçiler dokuma fabrikalarında, tütün işletmelerinde ve
besin sanayisinde çalışmaktadır. İşçi örgütü yoktur fakat 1895 de kurulan
Amele-i Osmani Cemiyeti gibi işçi dernekleri vardır.
1.10 Osmanlı’da İlk Nüfus Sayımı ve Büyük Göçler
İlk ciddi nüfus sayımına
Abdülhamid döneminde başlanır. İmparatorluğun başından beri vergi ve askerlik
nedeniyle nüfus defterleri vardı ama bu defterlerin düzenli tutulduğu söylenemez.
İlk nüfus sayımı II.Mahmud döneminde, 1831 yılında, Yeniçeri Ocağı
kaldırıldığında erkek nüfusu belirlemek amacıyla yapılmış ve erkek nüfus 3.6
milyon olarak belirlenmiştir.
Kadınları ve çocukları da
kapsayan ilk nüfus sayımına 1881’de başlanır fakat ancak 1893 yılında
bitirilebilir. 12 yılda sayılabilen nüfus 17.4 milyondur. 1905-1906 yılında
sayım tekrarlandığında 20.8 milyon bulunur. Devletin istatistik rakamları ile
cemiyetlerin rakamları birbirlerini tutmaz. Örneğin Ermeni Patrikliğine göre
1882’de 2.6 milyon Ermeni, 1912’de 2.1 milyon Ermeni varken, Osmanlı Devlet
sayımlarına göre 1881-1893 sayımında 1 milyon, 1914’de 1.2 milyon Ermeni
vardır. Rakamlar neredeyse yarı yarıyadır.
Osmanlı’da bu dönemde kilometre
kareye düşen insan sayısı altıdır. 20 milyon nüfusa ve 3.4 milyon km2
toprağa sahiptir. Bu yoğunluk rakamı Avrupa’nın sanayileşmeye başlayan
ülkeleriyle karşılaştırıldığında çok düşüktür. Osmanlının nüfus artışı 18.
yüzyılın başlarından başlayarak Rusların Kafkaslardaki yayılışının önünden kaçan
Müslüman halkların göçü ile başlamıştır. Özellikle Kırım savaşı ve Rusların
Kafkasya’da ilerleyişleri sırasında çok göç alınmıştır. 1875-1876 Balkan
bunalımında Romanya’dan, Karadağ’dan, Sırbistan’dan, Bulgaristan’dan,
Tesalya’dan akın akın göç oldu. 1876’dan sonra Balkanlar’dan 1.5 milyon
Müslümanın Anadolu’ya geldiği varsayılıyor. Buna ilave olarak 1881 ile 1914
yılları arasında 500 bin de Çerkez gelmiştir. Bunlara ilave olarak Kırım
Tatar’larından, Kazan Tatar’larından, Azeri’lerden, 1897 de Girit’e özerklik
verilmesinden sonra Girit’ten göçler olmuştur. Girit’ten gelenler Ege
sahillerine yerleştirilmiştir. Genel olarak göçmenler yeni demiryolları boyunca
eldeki boş topraklara yerleştirilmiştir.
Balkanlar ve Kafkasya’dan göçen 2
milyonu aşkın insanla birlikte 300 bin dolayında Müslüman olmayan halk da
imparatorluğu terk etti. Çoğunluğunu Ermenilerin oluşturduğu Rum ve Arap halkın
bir kısmı Rusya’ya sığındı bir kısmı ise Amerika’ya gitti. Bu göç dalgası
Osmanlıyı daha da İslamlaştırdı. Müslüman oranı arttı.
1880’e doğru Filistin’e yerleşmiş
Yahudi sayısı sınırlıydı. Toplam 24 bin kişiydiler. Orta ve Doğu Avrupa’da
kıyımlara başlanınca durum değişir. Bir göç dalgası başlar. Binlerce Yahudi
Orta ve Doğu Avrupa’dan Batı Avrupa’ya ya da Amerika’ya göç ederler. Küçük bir
bölümüde Kutsal Topraklara varmaya çalışır.
1900’lerin başı Osmanlı’da Ermeni
ve Rumlar için altın çağdır. İstanbul halkının üçte birini, toplam imparatorluk
nüfusunun beşte birini temsil etmelerine karşın, gayri müslümler ticarete
hakimdir. Önceleri İngiliz firmaların yerel adamları olarak çalışan Ermeni ve
Rumlar artık kendi işlerinin sahibi olmuştur. İzmir eyaletinde 300 bin
Hiristiyana karşılık 1.1 milyon Müslüman olmasına karşın ortaöğrenime giden
öğrenci sayısı, 7,300 Hiristiyana karşılık 3,500 Müslümandır.Yahudiler de de
Dünya Yahudiler Birliğinin kurduğu okullar sayesinde öğrenim oranı Müslümanlara
göre yüksektir.
İstanbul nüfusu hızlı bir artış
gösterdi, 1844’de 391 bin olan nüfus, 1886’da 850 bine çıktı. İstanbul’da
1886’da etnik dağılım da aşağıdaki gibidir.
1.11 Abdülhamid Dönemi Sanat ve Edebiyat Faaliyetleri
Sansür Abdülhamid döneminde tüm sanat faaliyetlerinin üzerinde bir karabasandır. Osmanlı tiyatrosu 1870’li yıllarda Ermeni Güllü Agop’un liderliğinde parlak bir dönem geçirdikten sonra 1884’den sonra ciddi şekilde denetlenir. Yalnızca Fransız güldürü oyunları sahnelenmesine izin verilir. Abdülhamid, Yıldız sarayına bir tiyatro yaptırır. Yıldız Sarayına yabancı tiyatro gruplarıyla, orkestraları ve İtalyan operaları davet edilir. La Traviata, Aida, Carmen, Faust, Manon Abdülhamid’in en sevdiği operalardandı.
Yıldız Saray
Tiyatrosu
Abdülhamid polis romanlarına çok
düşkündü. Dedektif Sherlock Holmes hikayeleri
yazarı Conan Doyle’u imparatorluğun
en büyük nişanlarından biriyle mükafatlandırmıştı. Sultan, Doyle’nin
kitaplarını Türkçe’ye çevirtip gece yarılarına kadar dinlerdi.
Osman Hamdi Bey
1883’de kurulup ünlü bir ressam ve arkeolog Osman Hamdi Bey'in yönettiği Sanayi-i Nefise mektebi özellikle Müslüman olmayan öğrencilere heykel, arkeoloji ve resim dersleri verir. Çoğu mimar ya da müzikçiler yabancıdır.
Dünyanın müze olarak yapılan ilk binası, Arkeoloji müzesi.
Tevfik Fikret
Tanzimat edebiyatının içine
işleyen Avrupa etkisi ‘Yeni Edebiyat’
adı verilen başında Tevfik Fikret’in
bulunduğu ‘Servet-i Fünun’ dergisiyle doruğa çıkar.
Ahmet Mithat Efendi
ve Beykoz’daki yalısı
Batılılaşmanın başka bir dalı
ansiklopedik yazar Ahmet Mithat
tarafından yaşama geçirilir. Ahmet Mithat, 1844’de İstanbul’da doğdu. Tuna
valisi Mithat Paşa’nın yanında memuriyete girdi. Birlikte Bağdat valiliğine
gittiler. Ahmet Mithat Efendi 1871’de İstanbul’a döndü ve Tahtakale’de evinin
bodrumunda matbaa kurarak kitaplar bastı. 1873’de çıkardığı dergide Darwin’den
bahsedince Namık Kemal ile birlikte Rodos’a sürüldü. Abdüllaziz tahtan
indirilince İstanbul’a döndü. Eski ustası Mithad Paşa’yı eleştiren kitap
yazınca Abdülhamid tarafından üst makamlara terfi ettirildi. Başta Namık Kemal
olmak üzere hürriyetçi aydınlar kendisine kin beslemeye başladılar.
Muhafazakar bir burjuvadır. İki matbaanın sahibidir. Rodos’ta sürgündeyken kurduğu matbaayı Babaliye
taşıtır ve uzaktan idare eder. Döndüğünde devletten de para almaya başlar ve bu
birikimlerle Beykoz’da çiftik satın alır. Tipik Osmanlı aydınının devletten
maaş alıp geçinmesinin aksine Ahmed Mithat üretken yatırımlar yapar.
İstanbul’un ilk şişelenen suyu olan Sırmakeş suyunun işletme hakkı Ahmet Mithat
Efendi’nindi. Türkiye’ye ilk suni kuluçka makinesini ve fenni arı kovanını da
getirmişti.
Beykoz da halen mevcut olan
yalısında yaşadı. Ahmed Mithat efendi yalıda bir Batılı gibi oğullarının ve
damatlarının sigara ve içki içmesine izin verirmiş fakat bir doğulu gibi bunu
da haftada bir gün ile de sınırlarmış. Bir gün gavur, altı gün Müslüman. Kız
erkek karışık eğitime karşı olduğu için kızlarını okula göndermemiş, özel
eğitimle yetiştirmiştir. Tanzimat dönemi yazarlarındandır. Türk edebiyatının
gerçek anlamda ilk popüler yazarıdır. Ürünlerini daha çok öykü ve roman türünde
vermiştir. Tercüman-ı Hakikat Gazetesi’nin kurucusudur.
1897’de Yunanistan’a karşı
kazanılan zaferin ardından Mehmet Emin’in ‘Türkçe Şiirler’in yayınlanışıyla ‘Ulusal Edebiyat’ akımı başlar. Mehmet
Emin Yurdakul yurtsever duygularını betimlemek için halk diline yakın bir dil
kullanıyordu. Arap dize kurma tekniği olan Aruz yerine geleneksel Türk hece
ölçüsünü kullanıyordu.
1.12 Ulusal Hareketlerin Uyanışı
Ermeni yoğun illerdeki şiddet
1894 yılında Sasun yöresinde yoğunlaşır. Balkanlarda Makedonya’da, Yunanistan
da ve Sırbistan’da örgütlenmeler ortaya çıkar. Girit komiteleri adayı
Yunanistan’a bağlamak için çalışmaktadır. 1897 başında Yunanistan, Makedonya ve
Girit’teki özlemlerini yerine getirmek için Osmanlı’ya savaş açar. Sonuç Haziran
1897’de Yunanistan için felaketle sonuçlanır. Osmanlının başarısı, Sultan’ın
saygınlığına katkı sağlarsa da, Alman askeri danışmanların çok yararı görülürse
de diplomatik başarıya dönüşemez. Avrupa devletleri Girit için özerklik
konusunda ısrarlı olurlar. Girit’te Osmanlı bayrağı dalgalansa da Girit
yitirilmiştir. Adanın Müslümanlarının Ege sahillerine büyük göçü başlar.
Makedonya’daki Kosova, Manastır ve
Selanik şehirleri 1912 yılına kadar Osmanlı kalacaktır.
Ermeni ulusal hareketinin
gelişimi 1800’lerin ortasından beri oldukça hızlanmıştır. Okullar şebekesinin
gelişmesi, Ermenice basılan kitap ve gazetelerin çoğalması belirli bir kültürel
uyanış yaratmıştır. 1860 Ermeni ulusal hareketinin doğuşu olur. 1862’de
Zeytun’da olduğu gibi yerel ayaklanmalar patlak verir. Bu kaynaşma 1876’da
Osmanlı Parlamentosunun toplanışına kadar devam eder. Parlamento’da Ermeni milletvekilleri
cemaatlerinin özlemlerini ifade etme şansı bulurlar.
Yunan başkaldırısından sonra
Ermeniler saray yada Babıali den önemli siyaset kadroları içerisinde yer
alırlar. Rumların yerini zaman içinde Ermeniler almıştır. Ermeni toplumu
içerisinde Rus Ermenileri ve Kafkaslar ile ilişkiler kuvvetlenir. Amerikan
misyoner Ermeni halkın içerisine sızarlar. Böylece özellikle doğu Anadolu’daki Ermeni
toplumu kendini çevreleyen Müslüman toplumdan kopar. Osmanlı’daki Ermeni
illeri, Rusya-İngiliz rekabetinin bir parçası olur. Ruslar Ermeni yaylası
aracılığıyla İngiltere’ye bağlı Hindistan’ı tehdit etmektedir. Birleşik Krallık
Rusya’nın Ermenileri korumasından kaygılanmaktadır. Bu nedenle Osmanlı’ya baskı
yaparak Ermenilerin durumunu düzeltecek reformlar peşindedir. Ruslar benzer
şekilde İngilizlerin Doğuya ayak basmasından çekinir. İki devlet birbirini
kollamaktadır.
1878’den sonra Ermeni hareketi
Bulgar bağımsızlığı modelini kendine örnek alır. Bulgar bağımsızlığı Avrupalı
devletlerin müdahalesi sonucu elde edilmişti. Aynı zamanda Bulgar komitelerinin
bölgede uyguladığı şiddet öğesini de unutmamak gerekir. Ermeniler de aynı
doğrultuda 1880 yıllında ilk devrimci partileri kurmaya başladılar. Yığınlardan
kopuk aydınlarca kurulmuş bu partiler Rus popülizmden esinlenir. Amaçlarına
terörizm ve silahlı mücadele ile varmayı hedefler.
Doğu Anadolu 1878’den sonra
dışarıdan Ruslar ve İngilizler, içeriden de Ermenilerce tehdit altındadır.
Tedbir olarak Kafkaslardan göç edenleri Rusya ile sınır bölgelerine
yerleştirerek Müslüman bir duvar örülmek istenmiş ardından 1891’de Rusların
Kazaklarına benzer yapıda Doğu Anadolu'nun yerel halklarından özellikle
Kürtlerden Hamidiye Alayları oluşturulur. Günümüzün Korucu sistemi gibi halkın
silahlandırılarak özel amaçlar için kullanılması için örgütlenilmişti.
Hamidiye Alayları
Bunlar İstanbul’da Sultanı
koruyucu birliği, Doğuda ise asayişi sağlamak yani Ermenilere karşı durmak için
oluşturulmuşlardı. 1894 yazında Hençak militanları
Samsun ilçesinde Ermenileri ayklanmaya teşvik eder. Bir yıl sonra İstanbul’da
Babıali önünde polis ile militanlar çatışır. Ağustos ayında Osmanlı Bankasını 1
gün istila ederler. Olaylar sert bir şekilde bastırılır. Ermeni ulusal
hareketinin terör ve şiddete başvurması İstanbul Ermeni burjuvasinin hareketten
soğutup uzaklaştırır. Ermeni ulusal hareketi bölünmüştür. Birkaç yıl önemli bir
hareket olmaz. 1894-1896 yılları arasında çatışmalar derin yaralar açar. 100
bin dolayında Ermeni ABD’ye ya da Kafkasya ötesine göç eder. Müslüman halk ile
Ermeniler arasında uçurum derinleşmektedir.
1.13 Almanya’nın Osmanlı’ya artan ilgisi
1898 Ekim ayında Alman İmparatoru II.Guillaume
Osmanlı’ya resmi ziyarete bulunur. İstanbul’a ikinci ziyaretiydi. İstanbul’un
ardından Kutsal Toprak Kudüs’ü ziyaret ettiler. İmparatordan biraz önce gelen
Alman işadamları kazançlı projeler aldılar. Bağdat demiryolu bunlardan en
önemlisiydi.
Alman İmparatoru II.Guillaume
Bu dönemde Rusya ve İngiltere
başka dünyalardaki sorunlarıyla uğraşmaya başlamış Osmanlı’dan uzaklaşmıştı. Bu
boşluğu Almanya dolduracaktır. Aslında Almanların ordudaki varlığı 1830’lu
yıllarda Prusya’lı subayların Osmanlı ordusunda eğitici subay olarak bulunmasıyla
başlar.
Prusya’lı Von Moltke
Prusya'lı Von Moltke bunlardan birisidir. Daha II.Mahmut döneminde Osmanlı
askerlerini eğitmek için İstanbul'da bulunmuştu. Daha sonra ülkesine dönüp Prusya
Genelkurmay başkanı olacaktır. Abdülhamid döneminde Almanlar Osmanlı ordusunu
eğitir. Orduyu silah ve cephane ile donatır. Deniz kuvvetlerinden çok kara
kuvvetlerine önem verilir ve yenilenir. Osmanlı ordusu Mauser tüfekleri ve Krupp
toplarıyla donatılır. Ordunun yenileşmesinin ilk yararları 1897’de Yunanistan savaşındaki
başarıyla gözükür.
Kağıthane deresinin Haliç’e bağlandığı yere yakın bir mekana, 1888'de Almanya’dan satın alınan Mauser tüfeklerinin denenmesi için Atış Poligonu yapılmıştı. Poligonun baş tarafında da II.Abdülhamid’in talimleri seyredebilmesi için Poligon Köşkü inşa edilmişti. Batı mimari üslubunda tek katlı olarak inşa ettirilen köşk, ortada enine geniş bir sofa ve iki yanında kuleli kanatlardan oluşmaktadır. İttihad ve Terakki'nin ünlü fedaisi Yakub Cemil, 11 Eylül 1916 tarihinde 14 tüfekli bir idam mangası tarafından burada kurşuna dizilmiştir. Mekan günümüzde İETT garajıdır.
Atış Poligonu,
Kağıthane
1.14 Jöntürkler
Jöntürk hareketi 1889 yılında
Fransız devriminin 100. yılında doğdu. Meşrutiyet taraftarı olan İstanbul Askeri Tıbbıye
Öğrencileri, Ohrili
İbrahim Temo, Arapkirli Abdullah Cevdet, Diyarbakırlı İshak Sükuti, Kafkasyalı
Mehmet Reşid, Bakülü Hüseyinzade Ali, Abdülhamid rejimine karşı Meşrutiyet yanlısı
faaliyetlerde bulunmak amacıyla İttihad-ı
Osmani, yani Osmanlı Birliği adını taşıyan gizli bir örgüt kurarlar.
Hücreler şeklinde örgütlenirler. Örgüt, II.Abdülhamid’e muhalif kişi ve çevrelerle kurduğu
ilişkiler sonucu tanınmaya başlar ve daha sonra diğer yüksek okullarda
ve Askeri Akademilerde de kendisine yandaşlar bulur. Öğrenciler Yaşasın Sultan
dan çok Yaşasın Anayasa diye haykırırlar. Aynı yıl örgüt Paris’te yaşayan Meşrutiyet taraftarı Ahmed Rıza Bey’le irtibata geçti ve
örgütün adı Osmanlı İttihad ve Terakki
Cemiyeti oldu.
Ahmet Rıza Bey (1859-1930)
Ahmet Rıza bey Galatasaray
lisesinden mezun olmuş Fransa’da Ziraat konusunda yüksek öğrenim görmüş,
Bursa’da milli eğitim müdürlüğü yapmıştı. Düşüncelerini gerçekleştirme olanağı
olmadığı görünce yeniden Fransa’ya döndü. 1895 yılında Paris’te Meşveret
gazetesini çıkararak Abdülhamid rejimine karşı mücadeleye başlar.
Örgütle irtibatı olduğu tesbit edilenler yakalandılar ve çoğu Trablusgarp ile Fizan’a sürgüne gönderildi. 1894 ve 1895 yıllarında meydana gelen bu tutuklamalardan sonra İttihad ve Terakki Örgütü’nün asıl faaliyetleri yurt dışında devam etti. Kuzey Afrika’ya sürgüne gönderilen cemiyet üyeleri, bir yolunu bulup Avrupa’ya geçerek, bir Jöntürk kolonisi oluşturdular. Paris’e gelen Jöntürkler, Ahmed Rıza Bey’in liderliği altında faaliyete başladılar. Mesveret adlı bir gazete çıkararak fikirlerini yaymaya çalıştılar. Bu gazete yabancı postahaneler aracılığıyla Osmanlı Devleti’ne giriyor ve Meşrutiyet taraftarlarınca okunuyordu.
Örgütle irtibatı olduğu tesbit edilenler yakalandılar ve çoğu Trablusgarp ile Fizan’a sürgüne gönderildi. 1894 ve 1895 yıllarında meydana gelen bu tutuklamalardan sonra İttihad ve Terakki Örgütü’nün asıl faaliyetleri yurt dışında devam etti. Kuzey Afrika’ya sürgüne gönderilen cemiyet üyeleri, bir yolunu bulup Avrupa’ya geçerek, bir Jöntürk kolonisi oluşturdular. Paris’e gelen Jöntürkler, Ahmed Rıza Bey’in liderliği altında faaliyete başladılar. Mesveret adlı bir gazete çıkararak fikirlerini yaymaya çalıştılar. Bu gazete yabancı postahaneler aracılığıyla Osmanlı Devleti’ne giriyor ve Meşrutiyet taraftarlarınca okunuyordu.
Mizancı Murat Bey(1853-1912)
Avrupa’da Ahmed Rıza Bey’in liderliğinde sürmekte olan
muhalefet hareketi, Mizancı Murad’ın
İstanbul’dan Avrupa’ya gitmesiyle yeni bir
safhaya girdi. Mizancı Murat bey Kafkasya kökenli olup, Rusya’da yüksek
öğrenim görmüş, Mülkiye’de tarih hocalığı yapmıştı. Çıkardığı Mizan adlı gazete
ile başarı kazanır fakat 1895 yılında
Sultan’ın baskısı sonucu Kahire’ye kaçmak zorunda kalır. Murat bey
gazetesi Mizan’ı Kahire’de çıkarmaya devam eder. Sürgündeki aydınlar tarafından
sevilmektedir.
Mizancı Murad bey, Ahmed Rıza Bey’e göre daha
muhafazakar ve dindar olduğundan Avrupa’daki Jöntürkler’in büyük bir kısmı
Mizancı’nın yanında yeraldı. Ahmed Rıza Bey’den ayrılarak Cenevre’ye geçen bu
grup orada Osmanlı gazetesini çıkardı. Sultan 1896 yılından başlayarak
dışarıdaki muhalefeti susturmaya çalışır. Önce bulundukları ülkelere Osmanlı
elçileri aracılığıyla baskılar yapar. Muhalifleri bölüp parçalamak için gizli
polisini devreye sokar. En başarı kazandığı yöntemi bu kişilere imtiyazlı görevler
bularak satın almak oldu. Liderlerine yurt içinde ve sefirliklerde yüksek gelirli görevler teklif
etti. Bunlardan Mizancı Murat Beyin liderliğini yaptığı Cenevre grubu 1897’de,
II.Abdülhamid’in Avrupa’ya gönderdiği Ahmed Celaleddin Paşa ile anlaştı ve muhalefetten
vazgeçtiler. Bu dönek davranış Jöntürkleri halkın gözünde alçalttı. Paris’teki Ahmed Rıza bey
grubu ise faaliyetlerini sürdürdü. Bu arada polis Askeri Akademide bir
komployu ortaya çıkardı ve 100 kadar subay öğrenci Trablusgarp’e sürgüne
gönderildi.
1899’da Sultan Abdülhamid’in
eniştesi Damat Mahmut Paşa ile
oğulları Sabahattin ve Lütfullah Beyler yurt dışına çıkarak Jöntürklere
destek vermeye başlarlar. Damat Mahmut Paşa Bağdat demiryolunun İngilizler
yerine Almanlara verilmesine karşı çıkmıştı. İsteği olmayınca oğulları ile
ülkeyi terk ederek muhalefete destek vermeye başlamıştı. Damad Mahmud Paşa kısmen Meşrutiyet taraftarı olmakla
beraber esas olarak II.Abdülhamid’e olan kızgınlığı dolayısıyla Avrupa’ya
gitmişti. Damad Mahmud Paşa’nın gelişiyle Avrupa’daki Jöntürk hareketi yeni bir
hız kazandı. Fakat bir taraftan da fikir ayrılıkları ve kişisel çekişmeler
Jöntürkler’in beraber hareket etmelerini önlüyordu.
Damat Mahmut Paşa’nın oğlu Prens Sabahattin Saray’da doğmuş, 22
yaşında Avrupa’ya göç etmişti. Türkiye’nin gerçeklerini çok iyi tanımıyordu.
Fransa’da sosyoloji’nin hayli etkisinde kalan Sabahattin Abdülhamid’in
despotluğuna son vermenin yetmeyeceğini dile getirerek, bu despotluğa yol açan
sosyal nedenlerinde araştırılması gerektiğini söylüyordu. Sabahattin bey
Osmanlı toplumunun gelişememesini cemaatçı toplum olmasına bağlıyordu. Eğitim
yoluyla özel girişimi geliştirmek, yerinden yönetmeyi kurmak istiyordu (adem-i
merkeziyetçi). Özellikle yerinden yönetim düşüncesi başta Ermeniler olmak üzere
gayrımüslüm toplumlarca destek buluyordu. Düşüncelerini yaymak için 1906
yılında Paris’te Terakki adıyla gazete ve bir dernek kurdu.
Paris’te 1902 Jöntürk kongresi
yapılır. Damat Mahmut paşa’nın oğullarının girişimleriyle toplanan kongre grubu
bölünmeye götürür. Orduyu hareketin içerisinde çekme konusunda herkez hemfikir
olduğu halde Avrupa’nın müdahalesi konusunda iki farklı görüş oluşur. Prens
Sabahattin bey ve destekçileriyle Ermeni kökenliler İngiltere ile Fransa’nın
desteğine başvurmayı talep ederken buna Ahmet Rıza bey ve yandaşları şiddetle
karşı çıktılar. Gerekçeleri ise bunun İmparatorluk için çok büyük tehlike
yaratacağıydı. Grup Prens Sabahattin bey ile Ahmet Rıza bey arasında
bölünmüştü.
Sosyolog Prens Sabahaddin (1877-1948)
Prens Sabahaddin Bey, liberal düşünceleriyle bir grup
Jöntürk’ün liderliğini yürütmeye başladı. Jöntürkler aralarındaki uyumsuzluğa
son vermek üzere 1902’de Paris’te bir kongre topladılar. Amaçları iç
barışı ve huzuru yeniden oluşturmak ve 1876 Anayasası’na dönmekti. Bu kongrede ihtilaf
giderilemediği gibi iki taraf kesin çizgilerle birbirlerinden ayrıldı. Ahmed
Rıza Bey yanlıları düzenli bir ilerlemeyi savunuyor ve her türlü silahlı
müdahaleye ve II.Abbdülhamid’e yönelecek darbe girişimlerine karşı çıkıyordu.
Aynı zamanda, Osmanlı Devleti’ne yabancı devletlerin müdahalesine taraftar
değildiler. Prens Sabahaddin Bey’in grubu ise iktidara gelebilmek için darbeyi
gerekli görüyor, bunun yanında hedefe ulaşabilmek amacıyla gerektiğinde yabancı
devletlerin müdahalesini de benimseyebileceklerini söylüyorlardı. Birbirlerine
tam anlamıyla zıt bu fikirler aynı çatı altında bulunamayacağından Sabahaddin
Bey, ‘Teşebbüs-i Şahsi ve Adem-i
Merkeziyet Cemiyeti’ni kurdu ve fikirlerini yaymak üzere Terakki gazetesini
çıkarmaya başladı.
Liberal Prens Sabahattin’in
karşısında Ahmet Rıza bey vardı. Otoriter ve merkeziyetçi bir yönetimi
savunuyordu. Avrupa ülkelerine ve ülkedeki hiristiyan azınlıklara güvenmediği
için yerinde yönetimci bir sistemin parçalanmaya neden olacağını düşünüyordu.
Ona göre halklara özgürlük verilmesi bir ihanetti.
Jöntürkler nasıl eyleme geçilmesi
gerektiği konusunda kararsızdı. Şiddet ve terörizm mi uygulanacaktı? Sabahattin
bey İngilizlerin yardımıyla 1903’de böyle bir şeyi denedi ama sonuç başarısız
oldu. Ahmet Rıza bey ise zaten yasal yollara bağlı kalmak istiyordu. Bu durumda
tek bir çözüm vardı. Orduyu devreye sokmak. Ahmet Rıza bey bu konuda 1906 da
bir kitap yazar ‘Askerin Ödevi ve
Sorumlulukları’. Subaylar ulusun en nitelikli ve en yurtsever öğeleri
olduğundan ülkenin siyasal yaşamına yön vermek onlara düşüyordu. Devrimci
askerlerden görevlerine sahip çıkmalarını istiyordu. Bu bir bayrak yarışındaki
bayrak değişimiydi. Yurt dışındaki Jöntürk muhalefetinin yerini Türk subayları
alıyordu.
1.15 Devrime doğru
1905’te Japon’ların Rus’ları
yenmesi tüm Asya’da olduğu gibi Osmanlı’da da herkezi sevinçe boğar. Zafer
anayasalı bir devletin, Japonya’nın olmuştur. Ardından ertesi yıl İran’da
anayasalı bir rejimin doğuşu görüşleri değiştirir. Mutlakiyetçi rejimin sonu
yakındır.
İçeride de 1905 yılında bir Ermeni
sultanı öldürmeye teşebbüs eder. 1904 yılında Makedonya’ya Avrupalı devletlerin
askerlerinden oluşan bir jandarma birliği yerleşir. Sadece Makedonya’da değil
ülkenin çeşitli yerlerinde kaynaşmalar vardır. 1906 yılında Şam’da bir grup
genç subay gizli bir dernek kurmuştur.
Mustafa Kemal’in de içerisinde bulunduğu bu grup Selanik’deki muhaliflerle
temas halindedir.
Bu arada Makedonya’nın başkenti
Selanik imparatorluğun tutucu olmayan en modern kentlerinden birisidir. Halkının
%40 Yahudi dir. Avrupa’ya açılan bir limandır, kentte bir burjuva tabakası
gelişmiştir. Selanik’te 1906 Ağustos’unda Osmanlı Hürriyet Komitesi
oluşturulur. Talat Bey, İsmail Canbolat Bey, Rahmi Bey, Mithad Şükrü Bey,
Bursalı Tahir Bey gibi Meşrutiyet
taraftarı 10 kişiden oluşmaktadır. Bu cemiyet kısa sürede subaylar arasında da
taraftar buldu. Enver bey ve Resneli Niyazi Bey gibi daha sonra,
dağa çıkarak Meşrutiyet’in ilanında rol oynayacak ve hürriyet kahramanı olarak
anılacak subaylar da bu arada cemiyete girdiler. Talat bey’de Selanik Posta İdaresinde memurdur. Hücreler halinde
örgütlenirler. Militanlar subay ya da memurdur, çoğu gençtir ve Yüksek okul
mezunudur. 1889 Jöntürk hareketinin çekirdek kadrosuna göre bu grup daha çok
Türk elemandan oluşur. Aralarında Saray’dan uzaklaşmış eski subaylar yoktur.
Öğrenci değil toplum ile kaynaşmış kişilerdir. Hepsi de Avrupa’nın müdahalesine
karşıdır.
İttihad ve Terakki’nin liderlerinden Talat Bey (1874 - 15 Mart 1921), Osmanlı Devleti’nde Dahiliye Nazırlığı ve Sadrazamlık yapmıştır. 15 Mart 1921’de Berlin'de, Ermeni Devrimci Federasyonu üyesi Soğomon Tehliryan tarafından öldürülmüştür. Soğomon Tehliryan cinayeti işlediğini itiraf etmesine karşın Alman mahkemesi Ermeni Tehciri sırasında cinnet geçirip akli dengesini yitirdiği iddiasıyla Tehliryan’ı beraat ettirmiştir.
Enver Bey ve Resneli Niyazi
Bey
Hareketin başında lider kadrolar
Selanik mason locasına girerek rahat çalışma fırsatı yakalamışlardır. İki yıl
içersinde 15 bin üyeye ulaşırlar. 1907 yılında İmparatorlukta 1906 yılında
Erzurum’da bir baş kaldırı tezgahlanır. Yeni vergilere son verilmesi ve
Hamidiye Alaylarının kaldırılması istenmektedir. Bir ordu gönderilerek
ayaklanma bastırılır.
Osmanlı Hürriyet Cemiyeti, silahlı propoganda ve
eylemlere de girişir. Üç kişilik hücreler halinde örgütlenme yapılıyor ve yeni
üyeler Kuran ve silah üzerine yemin ederek cemiyete kabul ediliyordu. Cemiyet
1907’de Paris’te Ahmet Rıza beyin yönettiği İttihat ve Terakki Komitesi
ile Selanik Komitesi birleşerek İttihad ve Terakki adı altında faaliyetlerini
sürdürme kararı alır. Birleşme sonucunda Selanik ekibi etkin olur.
Merkez Paris’ten Selanik’e kayar. Bundan sonra İttihad ve Terakki, Meşrutiyet’in ilanına
yönelik faaliyetlerine hız verip, güvenlik güçlerine yönelik suikastlar
düzenlemeye başladı. Sultan Abdülhamid’in bölgeye gönderdiği Şemsi Paşa,
İttihadcıların fedaisi Teğmen Atıf Bey tarafından öldürülür.
1906-1907 yılı çok sert geçer,
fiyatlar yükselir. Un, yakacak odun, kömür bulunmaz olur. Kışlalardaki askerler
ücretlerinin ödenmediği öne sürerek ayaklanmalar çıkarırlar. 1906 yılında 4,
1907’de 13 ve 1908 yılında ilk altı ayda 28 ayaklanma olur.
İngiltere Kralı VII.Edward ve Rus Çarı II.Nikola 9
Haziran 1908’de Reval’de biraraya gelerek, özellikle Uzak ve Yakın Doğu’da
tampon bölgeler kurma ve Almanya’ya karşı bir denge politikası uygulama
konusunda anlaştılar. Liderler yayınladıkları bildiride Makedonya sorununa ve
reformlara da değinmişlerdi. Bu bildiri İttihad ve Terakki tarafından
Rumeli’nin paylaşılacağı, II.Abdülhamid’in ise bu gelişmelere boyun eğeceği
şeklinde algılandı. Selanik ve Manastır gibi şehirlerde cemiyet mensupları
harekete geçtiler ve İstanbul’a binlerce telgraf çekildi. Bu arada Enver,
Niyazi ve Eyüp Sabri Beyler emirlerindeki birliklerle dağa çıktılar.
O zaman kadar Meşrutiyet’e şiddetle karşı olan
II.Abdülhamid yaşlılığın getirdiği psikolojiyle de direnme gücünü kaybetti ve
çevresine ‘Artık suyun akışına
gideceğini’ söyledi. Bu söz Meşrutiyet’in II.Abdülhamid tarafından kabul
edildiği anlamına geliyordu. Nitekim 23 Temmuz 1908’de II.Meşrutiyet ilan edildi. Artık yeni bir devir açılmıştı. İttihad
ve Terakki adı ‘Meşrutiyet’ ve ‘Hürriyet’ ile adeta bütünleşti. İttihad ve
Terakki Cemiyeti, siyasi parti haline dönüştü ve kısa bir aralık dışında,
1908’den 1918’e kadar sürecek olan iktidarı başlamış oldu. Bu yıllarda, Talat,
Enver ve Cemal Paşalar, İttihad ve Terakki’nin önde gelen liderleri olarak
ülkenin kaderine hakim oldular.
Resneli Niyazi Bey 1873 yılında bugün Makedonya sınırları içerisinde kalan Manastır ili yakınlarındaki Resne kasabasında doğmuştur. Bu nedenle Resneli Niyazi Bey olarak anılır. İttihat ve Terakki'nin önde gelen isimlerinden olup II.Meşrutiyet'in ilanına yol açan ayaklanmanın lideri olarak ve 1903’deki Türk Yunan savaşındaki başarılarından dolayı ün yaptı. II.Abdülhamid’in Meşrutiyeti ilan etmek zorunda kalmasından sonra döndüğü Selanik’te ‘Hürriyet kahramanı’ olarak karşılandı. Hem Meşrutiyet hem de 31 Mart ayaklanması sırasında İstanbul’a gelen kuvvetlerin içerisinde Niyazi Bey en önde gidenler arasındaydı. Başındaki şapkanın üzerinde ‘Vatan Fedaisi’ yazmaktaydı. Türk Yunan savaşında gösterdiği başarı ve esir aldığı Rum askerlerinden dolayı kendisine Padişah yaverliği ünvanı verilmek istenmiş ancak Kazaskerin 13 yaşındaki oğluna da aynı ünvan verilmesi üzerine bunu reddetmiştir. (Mustafa Kemal’de son Padişah Vahdettin’in yaveriydi). İki çeşit Sultan yaveri vardı. Birinci grup sürekli olarak Padişahın yanında görev yapanlar ikinci grupta onurlandırılmak üzere bu ünvanın verildiği kişilerdi. Mustafa Kemal’de ikinci grup yaverlerdendi.
1913 yılı Nisan ayının 17’sinde Arnavutluk’un Avlonya limanına, Niyazi Beyin de aralarında bulunduğu sekiz kişi geldi. Balkan Savaşı'ndan dolayı düşman Çatalca'ya kadar dayandığı için, Niyazi Bey, Arnavutluk'un Avlonya limanından İtalya'ya, oradan da İstanbul'a geçmek niyetindedir. Sivil giyimliydiler ve kalkacak vapuru bekliyorlardı. Tam bu sırada üç el silah patladığı duyuldu. İki kişi yere yuvarlandı. Herkes kaçışmıştı. Orada bulunanlar, kırçıllı bir paltonun içindeki sivil giyimli şahsı zar zor tanıdılar. Bu, Resneli Niyazi Bey idi. Öldürülme sebebi karanlıkta kalması ve kendi koruması tarafından vurulması nedeniyle ‘Ne Şehittir Ne de Gazi, Pisi Pisine Gitti Niyazi’ deyimi edebiyatımıza yerleşmiştir. Niyazi bey, dağda yavruyken bulduğu ve insanlara alıştırdığı geyiğiyle de meşhurdu. Yaptırdığı saray, memleketi Resne'de bugün ‘Dragi Tosiya’' adıyla kültür merkezi olarak kullanılmaktadır. Niyazi beyin adı İstanbul Fulya’da ‘Resneli Niyazi Bey İlköğretim Okulu’na verilmiştir.
2. SULTAN II.ABDÜLHAMİD
ve FİLİSTİN DAVASI
Tarih boyunca birçok mücadeleye sahne olan Filistin
16. yüzyılda Osmanlı hakimiyetine girdi. Yavuz Sultan Selim 1516 yılında
Mercidabık Muharebesi’nden sonra Filistin’i Osmanlı topraklarına kattığı zaman
buralarda Şam Beylerbeyliğine bağlı üç sancak oluşturdu: Kudüs, Gazze ve
Nablus. Osmanlı hakimiyet kurduğu bütün coğrafi alanlarda olduğu gibi
Filistin’de de kendine özgü idari bir yöntem uyguladı. Bölgede yüzyıllarca
süren Pax Ottomanica adı verilen Osmanlı barışı egemen oldu. 19. yüzyılda
petrolün bulunmasıyla birlikte, bölgede egemen olan büyük devletler,
Filistin’deki dini ve etnik grupları kışkırtarak Osmanlı Devleti’ni zor duruma
düşürmeye çalıştılar. Bu çabalar sonucunda I.Dünya Savaşı’nı kaybeden Osmanlı
bölgeden çekildi. Ama ortaya çıkan boşluk bir türlü doldurulamadı.
2.1 Basra
Körfezi ve Petrol Meselesi
Basra bölgesindeki şeyhler genel olarak dini açıdan padişaha bağlılığı kabul ederler, fakat idari açıdan bağımsız davranırlardı. İngiltere önceleri Hindistan’ın güvenliği açısından daha sonra da petrol nedeniyle bölgeye ilgisini artırmış Umman, Bahren, Kuveyt şeyhlerini himayesi altına alabilmek için her türlü faaliyete girişmiştir.
II.Abdülhamid 1889 yılında bir fermanla Musul
vilayetindeki bütün petrol yatakları imtiyazının Hazine-i Hassa’ya ait olduğunu
ilan etmişti. İlginç olan ise II.Abdülhamid’in şahsi hazinesi olan bu kurumun
başına getirdiği kişi bir dönem Maliye Nazırlığı’da yapacak olan Agop Ohanes
Kazazyan Paşa adlı bir Ermeni idi. Padişaha iktisat konularında danışmanlık
yapıyordu.
İngiltere 1892’den itibaren Bahreyn’i himayesi altına
aldığını iddia etmeye başladı. Bağdat demiryolu imtiyazının Almanlara verilip
hattın Körfez ve Kuveyt’e kadar uzatılmasının düşünülmesi İngilizleri telaşa
düşürdü. Kuveyt kaymakamlığına getirilmiş Mübarek Essabah, Osmanlı yerine
İngiliz himayesini tercih ediyordu. İngilizler 1899 yılında Mübarek Essabah ile
anlaşarak kendilerine her türlü silah yardımını yapmayı taahüd ediyor
karşılığında da topraklarına İngiltere haricinde hiçbir devletin yerleşmesine
izin vermeyeceğini garantisini alıyordu.
Osmanlı bu antlaşmayı tanımadığı gibi Essabah’ın karşısına rakip olarak
İbnürreşid’i sürdü. 1901 yılında Mübarek Essabah’ın Kuveyt’ten atılması
amacıyla 6.Ordu Müşiri Fevzi Paşa Bağdat’tan Kuveyt üzerine yürüdü. Şeyh
Mübarek ise İngiltere’den yardım istedi. İngiltere Kuveyt’e iki savaş gemisi
gönderdi. Taraflar savaş başlamadan eski statüko üzerinde mutabık kaldılar.
1902 yılında bölge petrolleri imtiyazının Hazine-i Hassa’ya ait olduğuna dair
bir ferman daha çıktı. İngiltere bundan sonra defalarca Basra Körfezinde
hakimiyet kurmaya çalışsa da her seferinde Abdülhamid’in yeni politikalarıyla
bu emeline kavuşamadı. Bölge Birinci Dünya Savaşı sonrasında tamamen İngiliz
Manda İdaresi altına girdi.
2.2 Siyonizm ve
Filistin’e Yerleşme Girişimleri
Yahudiler MÖ 597’de Babil Krallığı tarafından
Filistin’den Babilon sürüldükleri ve bir daha egemen olamadıkları İsrail
topraklarına (Eretz İsrael) bir gün dönme arzusunu daima canlı tutmuşlardı. Bu
vaat edilmiş topraklara tekrar kavuşma tutkusuna daha sonraları, Kudüs’ün
tepelerinden biri olan Sioan’a izafeten Siyonizm
adı verilmiştir. Ancak bu ülkü hep düşünce olarak kalmış ve 19. yüzyıl sonuna
kadar bir girişim haline gelmemişti.
İngiltere 19. yüzyılın sonuna doğru Yahudilerin
Filistin bölgesine yerleşmesini kendi dış siyaseti açısından destekliyordu. Bu
arada Osmanlı Devleti’nin mali açıdan büyük bir açmaza girip 1875 yılında
iflasını ilan etmesi Yahudiler tarafından bir fırsat olarak görüldü. Osmanlı
Devleti, Filistin topraklarını Yahudilere satarak içinde bulunduğu ekonomik
darboğazdan kurtulabilirdi. Bu fikri geliştirip bir proje haline getiren
İngiliz Laurence Oliphant 1879
yılında Osmanlı Devleti’ne projesini sundu. Buna göre Filistin yakınlarında
Belka sancağında büyük bir arazi para karşılığı Yahudi yerleşimine açılacak,
buraya bir çeşit özerklik verilecek, asayişi sağlayacak güvenlik güçleri de
Yahudilerden oluşacaktı. Bütün organizasyon kurulacak bir şirket aracılığıyla
gerçekleşecekti. Proje Osmanlı hükümetince görüşülüp reddedildi. Hükümet
kararını, II.Abdülhamid 17 Mayıs 1880 tarihli iradesiyle onayladı. Böylece
Yahudilere Filistin yolu kapanıyordu. Ama sonraki yıllarda II.Abdülhamid
yönetimi sırasında bu girişimler defalarca tekrarlıyacaktı.
2.3 Rusya’daki
gelişmeler Karşısında Filistin Meselesi Yeni Bir Çehre Kazanıyor
19. yüzyılın ikinci yarısında Avrupa’da hızlanan
milliyetçilik hareketleri, anti-semitizm
adı verilen Yahudi düşmanlığını da beraberinde getirdi. Eskiden beri Yahudileri
sevmeyen Avrupa ülkelerinde Yahudi aleyhtarlığı birden şiddetlendi. Bu
ülkelerden biri de yaklaşık üç milyon Yahudi’yi barındıran Rusya idi. Rusya’da
Yahudilere ikinci sınıf vatandaş muamelesi yapılmaktaydı. Yahudiler
bulundukları şehirlerde tecrit edilmiş bir şekilde diğer Rus vatandaşlarından
ayrı olarak Getto adı verilen yerleşim merkezlerinde yaşıyorlardı.
1881 yılında Çar II.Aleksandr’ın öldürülmesi üzerine
Rusya’daki Yahudi düşmanlığı iyice arttı. Yahudilere saldırılar başladı. Bu
olay Yahudilerin kitleler halinde Rusya’dan göç etmelerine sebep oldu.
Yahudiler kendilerini korumak amacıyla Sion
Aşıkları adlı dernekte örgütlenmeye başladılar. Böylece Siyonizm’in ilk
adımları atılmış oldu. Derneğin amacı Yahudilerin Kudüs ve Filistin’e
yerleşmelerini sağlamaktı.
Rusya’dan sonra Romanya ve Yunanistan’da da Yahudi
düşmanlığı başladı. Bunun üzerine bu ülkelerdeki Yahudiler göç etmeye
başladılar. Başlangıçta göçlerin bir kısmı Osmanlı vilayetlerine oldu. Ama Osmanlı
bu ailelerin Filistin’e yerleşmelerini istemiyordu. 24 Haziran 1882 tarihli
Osmanlı Hükümet bildirisinde Rusya’dan Osmanlı ülkesine göç etmek zorunda kalan
Yahudilerin, kayıtsız şartsız Osmanlı uyruğuna geçme şartıyla, Filistin dışında
gösterilecek yerlerde 100-150 haneyi geçmeyecek şekilde iskan edilebileceğine
izin veriyordu. Ama bu tedbir başarılı olamadı, birçok Yahudi kendine hacı veya
iş adamı görüntüsü vererek, yasağı çiğneyip Filistin’e girmeyi başarıyordu.
Yahudiler Kudüs ve havalisini ziyaret maksadıyla gelip bir daha dönmüyorlardı.
2.4 Anadolu’da
Yahudiler için Toprak Satın Alınmak İsteniyor
Osmanlı Devleti’nden Rumeli demiryolları imtiyazını alıp sözleşme hükümlerindeki açık noktaları kullanıp muazzam bir servet edinen Baron Hirsch Avrupa’nın sayılı zenginleri arasına girmişti. Aslen bir Macar Yahudisi olan Baron Hirsch geçmişte ülkelerinden kavulmuş dindaşlarına çeşitli yardımlar yapmıştı. 1890 yılında ise Londra’da 50 milyon frank sermayeli ‘Jewish Colonisation Association’ kurmuştu. Yine aynı yıl New York’ta Yahudi göçmenlere yardım amaçlı bir dernek kurarak 12 milyon Frank bağışta bulunmuştu.
Baron Maurice (Zvi) von
Hirsch (9.12.1831 – 21.4.1896)
Baron Hirsch 1891 yılında, Osmanlı Devleti’nin mali
sıkıntı nedeniyle paraya ihtiyacı olduğu bir dönemde, Yahudiler için Anadolu’da
geniş topraklar satın alma girişimini başlattı. Osmanlı Devleti, Osmanlı
Bankası Müdürü Sir Edgar Vensan’ı Baron Hirsch ile görüşme yapmakla
görevlendirdi. Baron Hirsch, Rusya’da eziyet gören Yahudiler için Anadolu’da
toprak satın alma arzusunda olduğunu belirtti. Bu aslında Anadolu’da bir Yahudi
devleti kurulmasının temelerinin atılmasıydı. Fakat bu plan Osmanlı Devleti
tarafından kabul edilmedi. Baron Hirsch ertesi yıl bir kez daha girişimde
bulundu. Bu kez istenen bölge Ankara civarıydı. Osmanlı’nın cevabı çok net
oldu. Osmanlı toprağına Musevilerin yerleşmesine izin yoktu.
2.5 1891 yılında
Filistin’e Yerleşim Çabaları Hızlanıyor
Bu olaylar yaşanırken Avrupa ülkelerinde baskı altında
yaşayan Yahudilerin yeni yerleşim yeri arama çabaları devam ediyordu. Osmanlı
Hahambaşı, 1891 Haziran’ında Osmanlı Hükümetine başvurarak dindaşlarının
Kudüs’e yerleşmelerine izin verilmesini istiyordu. Talebi II.Abdülhamid yine
geri çevirdi. Yahudilerin toplu halde Kudüs’e yerleşmeleri ileride bir takım
siyasi sıkıntılar yaratabilirdi. Hem bu yıllarda Yahudiler yoğun bir biçimde
Amerika Birleşik Devletlerine göç ediyorlardı. Arzu eden Amerika’ya
gidebilirdi.
Osmanlı’nın karşı çıkışına rağmen gerek Rusya’dan
gerekse Yunanistan’dan yeni Yahudi göçleri oluyordu. Abdülhamid’e gönderilen
şikayet mektuplarında, Kudüs’e yerleşen Yahudilerin araziler satın alıp, köyler
kurdukları yönündeydi. Osmanlı ise ülkede
bir Ermeni sorunu varken yeni bir etnik sorun daha çıksın istemiyordu.
Osmanlı’nın kati kararına rağmen Rusya’dan göçmenler
gelmeye devam etti. Önce İstanbul’a gelen göçmenlere Osmanlı, her seferinde
insani yardımda bulunup Selanik başta olmak üzere İzmir ve Yanya gibi farklı
bölgelere yerleşmelerine yardımcı oldu. Buna karşın Mısır’ı kontrolü altında
tutan İngiltere Musevilerin Mısır’a yerleşmelerine izin vermiyordu.
2.6 Toprak
Satın Alarak Filistin’e Yerleşme Faaliyetlerinin Devamı
Yahudi meselesini yakından takip eden Baron Rotschild4 daha önce
İngiltere nezdinde girişimde bulunmuş fakat kendisine kesin bir garanti
verilmemişti. Rotschild doğrudan Osmanlı Devleti ile irtibata geçerek 1892
yılında Musevileri Filistin’e yerleştirme planını hayata geçirmek istedi.
Rotschild daha önceden Filistin’de büyük miktarlarda araziler satın almış ve
boş tutmaktaydı. İsteği Yahudilerin buralara yerleştirilmesine izin
verilmesiydi.
Baron Edmond Benjamin James
de Rothschild (19.8.1845 – 2.11.1934) Bankacı Rothschild ailesinin, Siyonizm’e
en büyük desteği vermiş, Fransız mensubuydu.
Benzer şekilde Emil
Frank ve ortakları Havran sancağında satın aldıkları 80 bin dönüm araziyi
kendi üzerlerine geçirerek tapulamak istiyorlardı. Buralara herhangi Avrupalı
göçmen yerleştirmeyeceklerine karşın garanti vermelerine karşılık Osmanlı
Devleti görüşünde kararlılık gösterdi ve bu kişilere tapu vermedi.
Yasal yollardan mülk alamayan Yahudiler, kıyafet
değiştirerek, farklı isimlerle bir takım hilelerle mülk sahibi olmaya
başladılar. Rüşvet verilerek aracılar vasıtasıyla satın alınan mülkler,
Rusya’dan Yahudilere eski tarihli evraklar hazırlanarak, fahiş fiyata satılıyordu.
Arazi işi ayarlandıktan sonra iş, buraya gelen Yahudilerin uzun zamandır
Filistin’de yaşadıklarını ispata gelmişti. Önce sahte evraklar hazırlandı. Eski
tarihli ruhsatlar düzenlendi ve araziler Yahudi ailelerin eskiden beri kendi mallarıymış
gibi gösterildi. Herşey usulüne uydurulmuştu. Çok eskiden kurulduğu iddia
edilen köy, kayıtlara girmişti. Yerleşen Yahudileri legalleştirmek için hemen geçmişe
yönelik vergi koymayı da ihmal etmediler. Böylece çok eskiden beri köyde
yaşayan, vergisini veren Osmanlı vatandaşları haline gelmişlerdi. Yahudilerin
tamamının Safed ve Taberya kazalarında doğduklarını, Mezraatülhudayra Köyü’nde
ikamet ettiklerini kayıda geçirdiler.
Yahudilerin Filistin’e yoğun olarak gelmeleri
neticesinde yerleştikleri Zemarin köyü
700 haneli bir yerleşim yerine dönüşmüştü. Buradaki halkın tamamı Yahudi idi.
Sadece burası ile yetinilmedi. Köyün bitişiğindeki Eşfiya, Ümmüttut ve Ümmülcemal
isimli köylerinde Yahudilerin ellerine geçmesine yerel yöneticiler göz yumdu.
Yerel yöneticilerin yolsuzluğa alışmaları ve bu işten önemli kazanç sağlamaları
bu tür faaliyetlere devam etmelerini sağlıyordu. Böylece merkezi hükümetin ve Sultanın kesin
kararına rağmen Yahudi nüfusun yerleşimi gün geçtikçe arttı. Osmanlı Hükümeti’nin
1893 yılı tarihli bir belgesinde, yerleşen Yahudilerin kendi arazilerini bir
daha asla Yahudi olmayan bir kişiye satmadıklarını bunun da ileriye yönelik
tehditler yaratacığına dikkat çekilmişti. Yerleşik Araplar çeşitli menfaatler
karşılığında arazilerini fahiş fiyata Yahudi göçmenlere satmaktaydılar.
Bu arada Filistin bölgesindeki boş miri(hazineye ait)
arazilerden bir kısmı II.Abdülhamid tarafından şahsi mal varlığı olarak satın
alınmıştı. Devlet şahıs arazileri üzerinde tam kontrol sağlayamayınca dikkatini
miri arazileri denetlemeye yoğunlaştırmış ve bu arazilerin bir bölümü Hazine-i
Hassa kaynakları kullanılarak II.Abdülhamid mülküne geçirilmişti.
2.7 Siyonizmin
Kurucusu Dr.Theodore Herzl
Modern Siyonizm kavramını hayata geçiren Dr.Theodore Herzl, 1860’da Macaristan’da doğdu. Hukuk okudu ve meslek olarak gazeteciliği seçti. Bazı gazetelerde çalıştıktan sonra kendi gazetesini çıkardı. Kitaplar da yazdı. 1896’da yazdığı Der Judenstaat(Yahudi Devleti) kitabı en önemli çalışması kabul edilir. Gençliğinden beri ülküsünü, Yahudilerin toplu olarak yaşayabilecekleri bir toprak bulunması ve bu topraklar üzerinde Yahudi Devleti kurulması, oluşturdu. Bu amaçla 1897 yılında kurduğu Dünya Siyonist Organizasyonu, ilk kongresini İsvire’nin Basel kentinde yaptı. Herzl, Yahudiler için toprak bulmak amacıyla Avrupa liderleriyle görüşmelere başladı. 1896 ile 1902 yılları arasında Filistin’de Yahudi Devleti kurulmasını sağlamak amacıyla beş defa İstanbul’a geldi. 17 Mayıs 1901’de II.Abdülhamid’in huzuruna kabul edildi. Altı sene boyunca Osmanlı ileri gelenleriyle temas halinde oldu.
1904’te 44
yaşındayken Avusturya’da ölen Herzl, Yahudi Devleti’nin kuruluşunu göremedi.
Seneler sonra hayali gerçek oldu ve İsrail’in kuruluş bildirisi, 1 Mayıs 1948
günü ülkenin ilk devlet başkanı olan David Ben Gurion tarafından Theodore
Herzl’in fotoğrafı altında okundu. Kemikleri Avusturya’dan İsrail’e getirildi
ve Kudüs’te kendi adının verildiği tepeye defnedildi.
Theodore Herzl 14 yaşında orta
öğrenim öğrencisiyken, 1874
Theodor Herzl 18 yaşında
Viyana’da Hukuk öğrenimine devam ediyor (1878). Daha sonra aynı bölümde doktora
derecesi alacaktır. Üniversite öğrenci kulübünde kendisi için ‘Tancred’ ismini
seçer. Tancred Kudüs’ü fetheden ilk haçlı kahramanıdır. Richard Wagner’i anma
gecesinde kulübün anti-seminist görüşü ortaya çıkınca, Herzl protesto ederek kulüpten
ayrılır.
Herzl 30 yaşında Viyana’da kitap
ve oyun yazarıdır (1890). Sonradan Yahudiliğin dramını sorgulayan ‘The New Ghetto’ tiyatro eserini yazacaktır.
Theodor Herzl, 36 yaşında
Viyana gazetesi ‘Neue Freie Presse’ temsilcisi olarak Paris’e gelir (1895). Görevi
Yahudi asıllı Fransız subay Alfred Dreyfus’un askerlikten atılma davasını
izlemektir.
Herzl 44 yaşında 3 Temmuz 1904’de
erken sayılabilecek bir yaşta öldü.
Herzl 1891-1895 yılları arasında Fransa’da bulunduğu
sırada devam eden Dreyfus1 davasını gazetesinin muhabiri olarak
izledi. Bu olaya tanık olduktan sonra Yahudi meselesinin ancak Filistin’de bir
Yahudi Devleti kurulmasıyla çözüleceğine inandı ve bu uğurda çalışmaya başladı.
İlk çalışması 1896 yılında yazdığı Yahudi Devleti adlı kitabı oldu. Theodore
Herzl hedefine ulaşma yolunda zengin Yahudilerin kendisine önemli katkıda
bulunabileceklerine inanıyordu. Bu amaçla Anadolu’da daha önce Yahudilere yurt
kurma girişiminde bulunmuş Baron Hirsch ile 24 Mayıs 1895 tarihinde temas kurup
ondan yardım istedi. Herzl’in düşüncesi, Yahudi cemaatinin liderleri ve zengin
Musevilerden oluşan bir grubun muazzam servetiyle Filistin’i satın almaktı.
Herzl bu amaçla Hirsch ile görüşmüş ama beklediği sonucu elde edememişti.
Herzl, Yahudilere yaptığı yardımlardan dolayı Baroz Hirsch’i bir sürü dilenci
yetiştirmekle suçlamış ve bu durumun Yahudilerin gururlarını kırdığını öne
sürmüştü. Buna karşılık Hirsch’de, Herzl’in fikirlerini fazla ütopik bulmuştu.
Hirsch’den beklediği yardımı alamayan Herzl,
Filistin’e yerleşim için Sultan II.Abdülhamid’i ikna etmeye yöneldi. Herzl mali
buhranlarla uğraşan Osmanlı’nın birkaç milyon altınla satın alınabileceğini ve
böylelikle Filistin’e yerleşmenin mümkün olacağını düşünüyordu. Ona göre
Yahudiler hakkındaki son kararı Müslüman Sultan verecekti.
Bunun için II.Abdülhamid ile temasa geçmeliydi. Bunu
sağlamak için bulduğu kişi padişahla şahsi dostluğu olan Yahudi kökenli
Polonyalı asilzade Newlinski idi.
İkili birlikte Viyana’da görüştüler. Newlinski meseleyi II.Abdülhamid ile
görüşmeye razı oldu. 1896 yılı Haziran ayında Newlinski ile Herzl İstanbul’a
geldiler. II.Abdülhamid, Herzl’i huzuruna kabul etmedi ama şahsi dostu
Newlinski ile 19 Haziran 1896’da görüştü. Herzl’in anılarında yazdığına göre,
Sultan II.Abdülhamid, Yahudi yerleşimine soğuk bakmış ve şunları söylemişti: ‘Arkadaşın Herzl’e söyle bu meseleyle ilgili
ikinci bir adım atmasın. Ben bir karış bile olsa vatan toprağı satmam, zira bu
vatan bana değil milletime aittir. Milletim bu imparatorluğu kanlarını dökerek
kazanmış ve yine kanlarıyla mahsuldar kılmıştır. Türk imparatorluğu bana ait
değil, Türk milletinindir.’
Newlinski’nin II.Abdülhamid’e tam olarak ne teklif
ettiği bilinmemektedir. Çeşitli kaynaklar Yahudilerin Osmanlı’nın tüm
borçlarını tek seferde ödemek gibi bir teklif yaptıkları öne sürüyor ama bunun
gerçek olması pek olası değil. O yıl Osmanlı borçları yaklaşık 90 milyon lira
dolayındadır. Bu kadar yüksek bir meblağı bırakın birkaç iş adamının büyük
devletlerin bile bir seferde karşılamaları düşünülemez. Olsa olsa normal
yollardan bir miktar toprak satın alınması karşılığında ödenecek miktardan bahsedilmiş
olmalıdır. Theodore Herzl anılarında 20 milyon liralık bir projeden bahseder.
Bunun 2 milyonu Filistin’e yerleşim için harcanacağı kalan 18 milyonun ise
Osmanlı borçları için kullanılacağında söz eder. Ama gerçekte bu para ortada
yoktur. Bu bir projedir ve kabul görürse Yahudiler’den toplanacaktır.
2.8 Theodore
Herzl’in Avrupa’daki Faaliyetleri
Herzl 1896 Haziran’ındaki İstanbul seyahatinden
döndükten sonra Avrupa’da faaliyetlerine devam etti. Bu dönemde bir taraftan
zengin Yahudileri kaynak oluşturmak için ikna etmeye çalışıyor, diğer yandan da
Sultanı memnun etmek için Osmanlı’nın başına bela olan Ermeni meselesinde
Osmanlı’ya yardımcı olabilmek için Ermeni liderlerle temasa geçmeye
çalışıyordu.
Paris’te Edmond
Rotschild’i ziyaret ederek Siyonizm davasına destek vermesini istedi. Fakat
Rotschild, Herzl gibi düşünmüyordu. Filistin’i dolduracak sayıda Yahudi
göçmenini yerleştirmek, doyurmak onlara iş bulmak kolay bir iş değildi. Bunun
yerine küçük kitleler halinde zamana yayılan bir yerleşim daha mantıklıydı.
Daha önce zengin Baron Hirsch’de, Herzl’e benzer bir yanıt vermişti. İki zengin
Yahudi iş adamı Herzl’e destek olmak yerine kendi projelerini hayata geçirmeyi
tercih ediyorlardı.
1896 yılında Ermeni olayları yoğunlaşmış, Osmanlı
Devleti’nin mali sıkışıklığı da had safhaya varmıştı. Bu durumdan yararlanmak isteyen
Herzl projesini Newlinski’ye anlattı. Projeye göre tedrici olarak Osmanlı
Devleti’ne 20 milyon İngiliz altını ödenebilirdi. Bu para Filistin’e yerleşecek
Yahudiler eliyle ödenecekti. İlk sene 100 bin İngiliz altını ile başlanacak,
yerleşenlerin sayısı artıkça yıllık ödemeler bir milyon altını bulacaktı. Gelen
Yahudilere, bir özerk devlet şeklinde , içişleri, adliye ve kanun yapımında
muhtariyet verilecekti. Sultan ile antlaşmaya vardıktan sonra Sultan’ın daveti
ile tüm Yahudiler ecdadlarının vatanına davet edilecekti. Türk hükümeti izin
verir ise gelenler Osmanlı uyruğuna girecekler ve hayatları garanti alına
alınacaktı.
Zengin Yahudilerin bir kısmı bu projeye sıcak
bakmıyordu ama Herzl, II.Abdülhamid ikna edilirse projenin başarıya ulaşacağına
emindi. Fikir ve düşüncelerini özellikle Newlinski aracılığıyla Sultan’a
aktarma şansını buluyordu. Newlinski 23 Mart 1897 tarihinde Herzl’e Viyana’dan
gönderdiği mektupta şu görüşlere yer vermişti:
‘Museviler
namına olarak Padişah Efendimiz hazretlerine birkaç defa bazı teklifler arz
etmiş idim. İzzet Bey’in maruzatımı Zat-ı Şahaneye söyleyip söylemediğini
bilmiyorum. Fakat halihazırdaki şartlar arz ettiğim suret-i tesviyenin kabulüne
daha müsaittir. Osmanlı hükümetinin mali yapısı Musevi sermayedarlarının yardımı
olmadıkça ıslah olunamayacaktır. Bu sermayedarlar ise, Osmanlı hükümeti idaresi
altında olarak Filistin’in bir kısmında koloniler kurulmasına izin
verilmesinden başka birşey istemiyorlar. Padişahımızın ataları vaktiyle Batı
ülkelerindeki Musevilerin Osmanlı ülkesine gelmelerine müsaade buyurmuşlardı.
Bu defa Zat-ı Şahane de Musevilerebu müsaadeyi buyururlarsa hiçbir zarar
görmezler. Çünkü Yahudiler asla politika ile uğraşmazlar. Zat-ı Şahane
Yahudilerin dileğini kabul buyurdukları halde hem cihanın en büyük
sermayedarlarının nakdi yardımlarını, hem de Avrupa’nın Musevilerin elinde
bulunan en büyük gazetelerinin manevi yardımlarını elde etmiş olacaklardır’.
2.9 Herzl’in
Ermeni Liderlerle Temas Kurması
1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’ndan sonra gerçekleşen Berlin
Antlaşması ile kendilerine bağımsızlık verileceği umuduna kapılan Ermeniler, bu
amaçlarına ulaşamayınca sonraki dönemde strateji değiştirip hedeflerine varmak
için terörizmi benimsemişlerdi. Bu amaçla Taşnak ve Hınçak adlı terör örgütleri
kurulmuştu. Taşnak ve Hınçak örgütleri
teröre başvurmak suretiyle Avrupa kamuoyunun ve siyasi çevrelerin dikkatini
çekmeyi hesaplıyorlardı. Yapılacak eylemlere Osmanlı Devleti’nin sert bir
şekilde karşılık vereceğini bekliyorlardı. Böylelikle batı kamuoyuna, Anadolu’da
Ermeni kıyımı yapılıyor izlenimi verilecek ve Avrupalıların Osmanlı Devleti’ne
müdahalesi sağlanacaktı. Bu amaçla Ermeniler terör hareketlerini öncelikle Doğu
vilayetlerinde başlattılar. Bu eylemlerin yeterince ses getirmediğini görünce
eylemlerine İstanbul’da devam ettiler. İlk eylem 28 Temmuz 1890 tarihinde
Kumkapı’daki Ermeni Patrikhanesi ve Kilisesi’nin basılmasıdır. Kumkapı olayının
başarısızlıkla sonuçlanmasının ardından Ermeniler Anadolu’nun çeşitli
vilayetlerinde isyan girişimlerini sürdürdüler. Bu arada Patrikliğe Mateos
İzmirliyan gelmişti. Yeni Patrik Ermeni örgütleri ile işbirliği yapıyor ve
onların eylemlerini destekliyordu.
30 Eylül 1895 tarihinde Kumkapı’daki Patrikhane önünde
3-4 bin kadar Ermeni toplandı. Bunlar arasında Ermenilerin yoğun olarak yaşadıkları
Bitlis, Muş ve Van gibi vilayetlerden getirilmiş kadın ve çocuklarda
bulunuyordu. Grup marşlar söyleyip Yaşasın Ermenistan şeklinde sloganlar atarak
Kumkapı’dan Babıali’ye doğru yürüyüşe geçti. Babıali’ye ulaştıklarında sayıları
beş bini bulmuştu. Alınan tedbirler sayesinde grup dağıtıldı. Kaçanlar
kiliselerine sığındı.
Osmanlı’nın başını ağrıtan bu olaylardan yararlanmak
isteyen Herzl, Ermeni liderlerle görüşerek Sultan’ın gözüne girmeye çalıştı.
Herzl 1896 Temmuz’unda Nazarbek isimli Ermeni lideriyle Londra’da bir görüşme
yaptı. Herzl görüşmenin sonunda, Ermeni liderin göstereceği iyi niyete mukabil
Sultan II.Abdülhamid nezdinde Ermeniler için aracılık yapabileceğini
söylemişti. 1896 yılından sonra Ermeni meselesi, II.Abdülhamid’in aldığı
tedbirler sayesinde giderek geri plana düşecek, Herzl bir fırsatı daha
kaçıracaktı.
2.10 Birinci
Siyonist Kongresi Toplanıyor
Rusya ve Polonya’da kurulmuş olan Siyon Aşıkları grubu 1880 yılından itibaren Filistin’de Yahudi
koloniler oluşturma çabası içine girmişlerdi. Grubun ideoloğu Leo Pinsker
1884’de Polonya Katoviçe’de ilk kongrelerini topladı. 1887’de Rusya’da ikinci
bir kongre yapıldı ama belirli bir ilerleme sağlanamadı. Ama bu çalışmalar 10
sene sonra Herzl’in ilk kongresinin temel taşları oldular.
Birinci Siyonist Kongresi, Basel,
1897
Siyonizm'in vazgeçilmez hedefi
olan Yahudi devletinin sınırları Tevrat'ta şöyle tarif edilmiştir: ‘Ayak tabanınızın bastığı her yer sizin
olacak. Sınırınız çölden Lübnan'dan ırmaktan, Fırat ırmağından Garp Denizine
kadar olacaktır. Önünüzde kimse duramayacak, Allah'ın izniyle Rab size
söylediği gibi dehşetinizi ve korkunuzu ayak bastığınız bütün diyar üzerine
koyacaktır.(Tevrat, Tekvin Bölümü 12/25)’
Herzl, 29 Ağustos 1897 tarihinde İsviçre’nin Basel
şehrinde Birinci Siyonist Kongresini topladı. Oluşturulan programa göre ‘Siyonizm, Yahudi halkı için Filistin’de
kamu hukukunun güvencesi altında bir yurt kurulmasını amaçlamaktadır’
şeklinde temel hedef belirlenmişti. Theodore Herzl’in birinci kongre ile ilgili
tesbitleri söyleydi: ‘Basel’de ben Yahudi
Devleti’ni kurdum. Belki beş fakat hiç şüphesiz ki 50 yıl içinde herkez bu
gerçeği görecektir. Yahudi Devleti’nin varlığı manevi temellere oturtulmuştur.
Bu devlet Yahudi halkının bu konudaki istek ve azmi ile kurulmuştur. Kuzey sınırımız Kapadokya'daki dağlara
kadar uzanır. Güneyde de Süveyş Kanalı'na; sloganımız Davud ve Süleyman'ın
Filistin'i olacaktır.’
Birinci Siyonizm kongresinde alınan kararlara tüm
Yahudilerin katıldığını söyleyemeyiz. Türkiye’de yaşayan Yahudiler adına Alliance İsraelit İdaresi bu kararlara
katılmadıkları söyledikleri gibi Paris Yahudileri de kararlara karşı
çıkmışlardı. Osmanlı Yahudileri, Sadrazam Rıfat Paşa’ya ilettikleri mektupla
Osmanlı Devleti’nden bunca yıldır gördükleri lütuftan son derece hoşnut
olduklarını tekrarladılar. Son Osmanlı-Yunan Savaşı’nda gösterdikleri gibi
gerektiğinde ülkeleri için can ve mallarını feda etmeye her zaman hazır
olduklarını vurguladılar ve Padişaha olan bağlılıklarını tekrarladılar.
İkinci Siyonist Kongre 28 Ağustos 1898 tarihinde yine
İsviçre’nin Basel şehrinde toplandı. Bu kongre daha çok örgütün parasal
sorunlarının tartışıldığı bir kongre oldu. Bir banka kurulmasına karar verildi.
İki milyon sermayeli Yahudi Müstemleke Bankası Londra’da kuruldu. Banka 1903
yılında ise İngiliz-Filistin Şirketini kuracaktı.
2.11 Theodore
Herzl’in İkinci kez İstanbul’a Gelişi
1898 yılında Alman İmparatoru II.Wilhelm’in İstanbul
ve Filistin’i ziyaret edecek olması Theodore Herzl’i yeniden umutlandırdı.
Kayzer ve II.Abdülhamid o yıllarda çok yakındılar. Herzl, II.Wilhelm’i
davalarına inandırabilirse onun Sultanı ikna edebileceğine inanıyordu. Herzl
açısından davalarına yardım edecek ülkenin kim olduğu önemli değildi.
İngiltere’de, Almanya’da olabilirdi. Önemli olan Yahudilerin Filistin’e
yerleşmelerini sağlamaktı. Hatta Yahudilerin çoğunlukla Alman kültürünün
etkisiyle yetiştiklerini söylüyor, iki kongrenin de resmi dilinin Almanca
olduğunu vurguluyordu. Fransız Yahudilerine güveni daha azdı. Onların
Yahudiliklerini tamamen yitirmiş ve Fransızlaşmış olduklarına inanıyordu.
Kayzer II.Wilhelm (27.1.1859 – 4.6.1941), son Alman İmparatoru ve Prusya Kralı.
Herzl, İmparator İstanbul’a gitmeden önce aracılar yardımıyla görüşünü II.Wilhelm’a iletmişti. Artık onu takip ederek önce İstanbul’a ardından da Filistin’e gitmeliydi. İmparatorun seyahati 18 Ekim 1898’de tarihinde başladı. İmparator ve İmparatoriçe özel yatlarıyla İstanbul’a geldiler. Bu ziyarete Herzl’de katıldı. Çetin uğraşlardan sonra Herzl, İmparator ile bir görüşme yapmayı başardı. Ama İmparatorun önceliklerinde Yahudi toplumu yoktu. Herzl bu görüşmeden beklediği faydayı sağlayamadı. İstanbul’dan sonra Hayfa, Yafa ve Kudüs’ü ziyaret etti. Sadece Protestan Almanların değil Katolik Almanlar’ında imparatoru olduğunu göstermek için Katoliklerin ruhani liderine de yüksek nişanlarından birini verdi. Şam’a ziyaretinde Emevi Camii’nde Sabahattin Eyyubi’nin türbesini ziyaret etti. Burada yaptığı konuşmada: ‘Bütün zamanların en kahraman askeri Salahaddin Eyyubi’nin mezarı önündeyim. Majesteleri Sultan Abdülhamid’e misafirperverliğinden dolayı teşekkür borçluyum. Tüm müslümanlar bilsinler ki Alman İmparatoru onların en iyi dostudur’.
Alman İmparatoru at üzerinde
Kudüs ziyaretinde
İmparator Dünyaya Müslümanların koruyucusu olduğunu
ilan ederek gezisinin amacını tüm Dünyaya duyuruyordu. II.Abdülhamid, II.Wilhelm’i
hoşnut tutarak amacına ulaşmıştı. Diğer emperyalist ülkelerin saldırılarını
dengeleyecek bir müttefik bulmuştu.
2.12 Filistin’e
Yahudi yerleşiminin Engellenmesi için Alınan Önlemler
14 Mart 1900 tarihli bir belegeye göre Baron
Rothschild’in Hayfa’da 22 bin dönümden fazla araziye sahip olamayacağı ve
tasarruf ettiği yerde 30’dan fazla hane yaptırması yasak olduğu halde,
Rothschild buna uymamaktaydı. Rothschild bu evlere Yahudileri yerleştirmişti.
Osmanlı bir yandan bu yerleşimleri görmezden gelirken diğer yandan da
yasaklayıcı bildiriler yayınlıyordu. Buna karşın Filistin’e Yahudi yerleşimi az
sayıda da olsa bir şekilde devam ediyordu.
23 Nisan 1900 tarihli Hükümet kararıyla Osmanlı
topraklarına yalnızca Müslüman göçmenlerin girişine izin verileceğini duyuruldu.
Ama kargaşalar hep devam etti. Bu kararname Osmanlı toprağı sayılan Bulgaristan
ile Doğu Rumeli Vilayetleri’nden gelen Yahudileri engellemiyordu. Satışa çıkan
yerler Yahudi göçmenlerin Paris’teki Cemiyet Başkanları Nersis adına satın
alınıyordu. Aslında Osmanlı topraklarında Hicaz bölgesi hariç yabancıların
toprak satın alma hakları vardı. Filistin bölgesinde gerçekleşen yabancı
alımlarında, satın alandan buraya Yahudi göçmen yerleştirmeyeceğine dair senet
alınıyordu. Ama senetler imzalansa bile herkez bu alımların ne amaçla
yapıldığını biliyordu. Gün gelir senet geçersiz kılınabilirdi.
2.13 Osmanlı
Borçlarının Birleştirilmesi Meselesi
Bu arada II.Abdülhamid yeniden dış borçları
birleştirip(Tevhid-i Düyun) tekrar indirim arayışına girdi. Düyun-ı Umumiye ile
bu doğrultuda görüşmeler başladı. Bu sıralarda Theodore Herzl, Yahudiler için
Filistin’de yurt edinme sürecine hız vermişti. 1896 ve 1898 yıllarındaki
İstanbul seyahatleri olumlu geçmemiş Abdülhamid’ten beklediği ışığı alamamıştı.
2.14 Theodore
Herzl II.Abdülhamid’le Görüşmeyi Başarıyor
1900 yılında Osmanlı’nın yeniden borçlanma arayışına
girmesi, Herzl’i Sultanla görüşmek konusunda yeniden umutlandırdı. Bu defa
aracı olarak Sultan ile şahsi dostluğu olan Vambery’den yararlanacaktı. Vambery 12 dil bilen, beş kez din
değiştirip, sonunda ataist olmaya karar vermiş enteresan biriydi. Herzl’e
anlattığına göre hem Türklere hem de İngilizlere casusluk yapıyordu.
Theodore Herzl
Vambery’nin girişimleriyle Theodore Herzl 17 Mayıs
1901’de, Yıldız camii Cuma selamlığından sonra Padişah tarafından kabul edildi.
Herzl’in anıların göre görüşme şöyle geçmişti:
‘Cuma sabahı
saat 10’da Redingotumu giymiş ve Mecidi nişanımı takmış olarak Yıldız’a gittim.
Selamlık denen bu Türk Operasını seyrederken vakit çok çabuk geçti. Her Cuma
aynı şey, birlikler nüfuz edilemez bir güvenlik duvarı meydana getiriyor. Saray
adamları, harem ağaları, kapalı lamdolarda(araba) prensesler, paşalar, beyler,
yaverler ve uşaklardan her renkte bir insan topluluğu. Hepsi müzik eşliğinde
geçit resmi yapıyor. Selamlıkta sıra bana gelince beni kabul salonuna
götürdüler. Sultan tam önümdeydi. Tam hayal ettiğim gibi: küçük, zayıfça, büyük
çengel burunlu, hafif boyanmış sakallı, titrek sesli. Üzerinde elmaslarla süslü
madalyası takılı üniforması, ellerinde eldiveni, belinde kılıcı var. Benimle
tercüman aracılığıyla konuştu. Nezaket söyleşilerinden sonra Sultan’a Aslan ve
Androcles2 hikayesini anlattım. Majestelerine siz aslan bense belki
bir Androcles olabilirim ve belki aslanın pençesinde çekilip çıkarılması
gereken bir kıymık vardır dedim. Gülerek nasıl diye sordu. Kıymık dediğim
Düyun-ı Umumiye’dir. İnanıyorum ki bu kıymık çıkarıldığında Türkiye
hayatiyetine kavuşacaktır. Hikaye Sultan’ın hoşuna gitmişti. Bana ülkenin gizli
zenginliklerinden özellikle Bağdat civarında bulunan petrol yataklarından
bahsetti. Benden usta bir maliyeci bulmamı istedi. Bu kişinin Maliye Bakan
yardımcısı olabileceğini söyledi. Benim için büyük bir fırsattı. Bu kişi aracılığıyla
Sultan ile haberleşme fırsatım olacaktı.
Sultan’dan
Yahudileri memnun edecek bir jest yapmasını çok arzu ettiğimi belirttim. Sultan
kendisinin bir Yahudi dostu olduğunu ve imparatorluğun sınırlarının irtica
etmek isteyen Yahudilere açık olduğunu bildirdiği zaman yerimden kalkıp önünde
hürmetle eğildim.’
Herzl’in anılarından görüşme sırasında Theodore Herzl’in
hiçbir şekilde Filistin’den toprak satın alma talebinde bulunmadığını
anlıyoruz. Zaten bir Sultan’a böyle bir talepte bulunmak pek olası bir şey
değil. Herzl görüşmede II.Abdülhamid’in güvenini kazanmaya önem vermiş,
Sultan’dan Yahudilere yönelik bir jest beklediğiyle yetinmiştir.
2.15 Yeni
Şartlar Çevresinde Herzl’in Avrupa’daki Faaliyetleri
Birkaç gün sonra 21 Mayıs 1901’de Paris’e dönen Herzl
daha sonra Londra’ya gelmiş ve Daily Mail gazetesinde bir röportajı çıkmıştı.
Herzl demecinde: ‘Zat-ı Şahanenin beni
iyi bir şekilde kabul etmesi Musevi Milleti için bir şereftir. Zat-ı Şahane Musevilere
muhabbet beslemektedir. Ben anladım ki Yahudilerin Zat-ı Şahane’den başka dost
ve seveni yoktur. Bizim işimiz para ile gerçekleşir. Bütün Museviler benimle
beraberdir. Zenginlik ve para sahipleri bizim içimizdedir. Yahudi meselesi
gittikçe önem kazanıyor.’
Bu görüşmesinde gerçekleri çarpıtmayan Herzl daha
sonra Padişahın kendisine Filistin için söz verdiğini beyan edecek ve bu da
ortalığı karıştıracaktı.Herzl bir süre sonra 18 Haziran 1901 tarihli bir
mektubu Sultan’a söz verdiği gibi iletir.
‘Haşmetmeap,
Londra’da
yaptığım teşebbüslerin sonucunu Zat-ı Şahanelerine duyurmaktan şeref duyarım.
Herşeyden evvel Ekim ayına kadar acele olarak birbuçuk milyon Türk lirası temin
etmenin zorunlu olduğu anlaşılıyor. Söz konusu para yeni bir gelir kaynağı
bulunmak suretiyle tedarik edilebilecektir. Fakat bu kaynak aynı zamanda Zat-ı
Şahanelerinin pederane kalplerinde Museviler hakkında beslemekte bulundukları
son derece alicenap hislerin ifadesi gibi bir karakteri de içermelidir.
Dostlarım bu
amaçla tahvil ve esham üzerine beş milyon lira sermayeli bir şirket kurmaya
hzır bulunmaktadır. Söz konusu şirketin gayesi, ziraat, kültür, sanayi ve
ticaretin gelişmesini, Anadolu, Filistin ve Suriye’nin iktisaden gelişmesini
sağlayacaktır. Şirketin getireceği Musevi göçmenler derhal Osmanlı uyruğuna
geçecekler ve orduda vatani görevlerini yapmayı kabul edeceklerdir.’
Görüldüğü gibi Herzl, Tevhid-i Düyun meselesi yüzünden
Osmanlı Devleti’nin ihtiyaç duyduğu bir buçuk milyon liranın derhal temin
edileceğini bildiriyordu. Yani Theodore
Herzl bir buçuk milyon karşılığında Padişah’tan Filistin’de kendilerine bir
jest yapılmasını istiyordu. Bu olduğu takdirde ileride başka birçok projede
gündeme gelecek ve Osmanlı ülkesi zenginleşecekti. Herzl’in sözünü ettiği
projeler arasında bir Osmanlı-Yahudi Şirketi’nin kurulması da vardı. Bu şirket
aracılığıyla bölgede birçok gelişme olabilecekti.
Herzl’in Sultana yapabileceğini ilettiği Osmanlı’nın
Düyun-ı Umumiye’den kurtulması yanında o sıralar Jöntürklerin liderliğini
sürdüren ve sürekli olarak II.Abdülhamid muhalifi yazılar yazmakta olan Ahmet Rıza
Bey’i ortadan kaldırabileceğini şeklindeki önerisi de vardı. Fakat Padişah’tan
bu yönde bir talep gelmedikçe suikast işine girişmeyeceğini de belirtmişti.
Bu arada 31 Aralık 1901 tarihli Berlin Sefareti’nden
İstanbul’a gelen bir yazı ortalığı karıştırdı. Berlin Sefiri Tevfik Paşa,
Breslau Local gazetesinin bir haberine değiniyordu. Haberde, Basel şehrinde
toplanan Siyonist kongresinde Theodore Herzl’in birkaç ay önce İstanbul’da
Sultan II.Abdülhamid’in huzuruna çıktığı belirtilmekte Padişahın kendisine
büyük ümitler verdiği ve hatta Yahudilerin Filistin’e yerleşebilmeleri için
elinden geleni her şeyi yapmayı taahhüt ettiğini söylemişti.
Gazetede bu haberin çıkması üzerine 3 Ocak 1902
tarihinde II.Abdülhamid’den sert bir yalanlama geldi. Bu yalanlamaya rağmen Herzl
ile Sarayın ilişkisi kesilmedi. 5 Şubat 1902 tarihinde bir telgraf ile
projelerini anlatmak üzere İstanbul’a çağrıldı. Bunun üzerine İstanbul’a gelen
Herzl, Padişah ile görüşme fırsatı bulamamış ama bir mektupla proje ve
taleplerini ortaya koymuştu. 16 Şubat 1902 tarihli mektubunda Herzl özetle
şunları yazmıştı:
‘Haşmetmeap,
Ekselans İzzet
Bey tarafından ulaştırılan tebligat, işimizi mantıken iki kısma ayırmaktadır;
- Sanayi kısmı. Keşfedilmiş ya da keşfedilecek madenleri işletmek maksadıyla bir şirket kurulması gerekir ve ben bu sorumluluğu alabilirim.
- Siyasi, mali kısım. Büyük mali operasyonlar için sermayeyi tedarik edecek olan fakir muhacirler değildir. Muhaceret işi ile Tevhid-i Düyun meselesi arasında bir irtibat kurulması lüzumu bahis konusu olmaktadır. Naciz fikrimce bu irtibat ancak muhaceret işi ile birbirine bağlı büyük bir Osmanlı-Musevi şirketinin tesisine müsaade verilmesiyle sağlanacaktır.
Dr.Tehodore Herzl’
Görüldüğü gibi bu mektubunda Herzl görevleri ikiye
ayırmakta ve bizzat kendisi Osmanlı madenlerinin işletilmesi sorumluluğu
üstlenmektedir. Aslında Herzl’in isteği, Padişah’tan Filistin’de Yahudilerin
yerleşebileceği yer konusunda olurunu almaktı fakat II.Abdülhamid bu konuda izin
vermiyordu.
Herzl Avrupa’da iken Padişah’ın hoşuna gidecek bir
icraatta da bulundu. O sıralar devam etmekte olan ve Padişah açısından en
prestijli projelerden biri olan Hicaz demiryolları projesi için kişisel olarak
sembolik bir parasal yardımda bulunmuştu. Hattın yapılmasının askeri ve siyasi
nedenleri de vardı ama kamuoyu açıklamalarında projenin dini boyutu öne
çıkarılıyor ve bütün Müslüman dünyasının gözünü buraya çevirmesi
hedefleniyordu. Herzl, Hicaz Demiryolu’nun yapımı için Sultan’ın hoşuna gideceğini
düşünerek 200 lira bağışta bulundu. Fakat II.Abdülhamid’e göre proje Müslümanlara
aitti ve Müslümanların dışındakilerin yardımları kabul edilmemeliydi. Herzl’in
yardımının iade edilmesini buyurdu.
Bu arada Theodore Herzl’de para tedarik edip, geniş
kaynaklara sahip olduğunu izlenimi verecek bir uğraş içindeydi. Temin ettiği
bir miktar kredi mektubunu Osmanlı’nın Viyana sefaretine getirmişti. Sefir
Mahmud Nedim Paşa’nın 29 Mart 1902 tarihli yazısından anlaşıldığına göre Herzl,
Londra’daki Llyod Bankası’ndan 40,000 pound, Paris’teki Credit Lyyonnais
Bankası’ndan 1 milyon frank ve Berlin’deki Dresdner Bank’tan 800,000 marklık üç
kredi mektubu getirmişti. Herzl bu kredi mektuplarının ileride
kararlaştırılacak yatırımlar için kefalet akçesi olduğunu belirtmişti.
Herzl bir yandan Tevhid-i Düyun işine dair bir takım
temaslarda bulunurken, Osmanlı sefaretlere gönderdiği yazılarla Herzl’in takip
edilmesini istemişti. Herzl’in tüm temasları Saraya iletiliyordu. Herzl
temaslarında olumlu sonuçlar alamasa da onun devrede olması Abdülhamid’in elini
güçlendiriyordu. Temmuz 1902’de Theodore Herzl yeniden İstanbul’a çağrıldı. Bu
defa da Herzl, Padişahla doğrudan görüşme imkanı bulamadı. Ama 25 Temmuz
1902’de II.Abdülhamid’e gönderdiği mektuptan görüşmelerin belirli bir olgunluğa
ulaştığı anlaşılıyordu. II.Abdülhamid Yahudilerin mağdur olmaması için neler
yapılabileceğini belirtmiş, buna karşılık Herzl’de taleplerini bildirirken bu
uğurda yapabilecekleri maddi fedakarlıkların neler olduğunu somut olarak ortaya
koymuştur. II.Abdülhamid daha önceki görüşmesinde olduğu gibi yine aynı
çizgidedir, ‘Gelin dağınık bir şekilde
Mezapotamya’ya yerleşin’. Fakat mektuptan anlaşıldığı gibi, Padişahın bu
lütfu, Herzl’i tatmin etmemiş
‘Mezopotamya’ya ilave olarak Filistin, Hayfa ve çevrelerini de bize verin’
demektedir. Karşılık olarak da önerdiği de şudur: Osmanlı borçlarının birleştirilmesi gerçekleştiğinde devletin borç
miktarı 32 milyon liraya kadar düşecektir. İşte Herzl’ söz konusu 32
milyonun %80’ini size ödeyebilirim diyor. Ama ona göre, Filistin ve Hayfa
verilmezse bu planın gerçekleşmesi mümkün olmayacaktır. Padişah uzun zamandır
çıkardığı fermanlarla Yahudilerin Filistin’e yerleşmelerini engelliyordu
dolayısıyla bu kararından dönmesi söz konusu olamazdı. Olmadı da. Mektuba
olumlu yanıt verilmedi.
Eğer Theodore Herzl, Sultan Abdülhamid’in teklifini
kabul edip Yahudilerin Mezopotamya’ya yerleşmelerine ön ayak olsaydı,
muhtemelen bugün Güney komşumuz İsrail olacaktı. Herzl’in ödemeyi önerdiği 32
milyonun %80’i, yani yaklaşık 26 milyon lira ile ne yapılacaktı? Padişah’ın
planına göre bu para ile, Tevhid-i Düyun ile müzakereler ile 32 milyon liraya
kadar düşürelen borçlar büyük oranda temizlenecek ve ülke dış borç vesayetinden
kurtulduktan sonra Avrupa devletleri karşısında çok daha güçlü bir konumda
politika üretebilecekti.
II.Abdülhamid Mezopotamya yerine Filistin’e Yahudi
yerleştirme projesini kabul etseydi, bütün bu avantajların gerçekleşmemesi için
hiçbir sebeb yoktu. Ama herşeye rağmen Padişah bu konuda tavizkar davranmadı. Hatta
yerli Arapların Filistin’de Yahudilere toprak sattıklarını bildiği halde yine
de kararından dönmedi. Teodore Herzl, mektubunda yazılanlar konusunda mutabakat
sağlanamayınca İstanbul’dan ayrıldı.
2.16 Theodore
Herzl ile İlişkilerde Sona Doğru
1902 yılındaki Siyonist kongresinde o ana kadar
Filistin’e yerleşen Yahudilerin sayısının 60 bini bulduğu şeklinde bir bilgi
verilmişti. Ayrıca kongrede, Filistin’de yeni araziler satın almak, okullar
inşa etmek ve yeni göçmenler yerleştirmek üzere 50 bin İngiliz liralık yeni bir
kaynak ayrılmıştı. Bu gelişmeler haber alındığında II.Abdülhamid öteden beri
tekrarladığı yerleşim yasağı iradesini yeniden hatırlatmıştı.
1903 yılına ait bir belge de Theodore Herzl ile
irtibatın artık kesilmiş olduğu anlaşılıyor. Düyun-u Umumiye ile borçların
birleştirilmesi müzakereleri tamamlanmış, hatırı sayılır bir indirim
yapıldıktan sonra borçlar yeniden yapılandırılmıştır. Bu sebeble de
II.Abdülhamid artık Theodore Herzl’i muhatap olmak istememektedir. Tevhid-i
Düyun sonucu Osmanlı Devleti borçları 75 milyon liradan 32 milyon liraya düşmüş
ve yeniden yapılandırılmıştı. II.Abdülhamid ileriki yıllarda da, kafasındaki
plan doğrultusunda, borçların ödenmesi için özel bir çaba sarfetti. Nitekim
II.Meşrutiyet’in ilan edildiği ve giderek kendisinin devre dışı kalacağı 1908
yılında, dış borçlar 25 milyon liraya gerilemişti. Bunun anlamı borç miktarının
devletin bir yıllık gelirlerine denk düşecek şekilde azaltılmış olmasıdır.
II.Abdülhamid’in iflas etmiş bir ülke devraldığı 1876 yılında, borç miktarının
bir yıllık gelirin 14 katı olduğunu belirtecek olursak gelinen noktanın ne
kadar önemli olduğu kolaylıkla anlaşılır.
II.Abdülhamid, tahtan indirildikten sonra götürüldüğü
Selanik’te 1911 yılında doktoru Atıf Hüseyin Bey’le sohbetinde ‘Zamanında Yahudi zenginlerin bir gazeteci
aracılığıyla kendisine para karşılığı Yaha, Kudüs, Filistin’i almayı teklif
ettiklerini ama kendisinin karşı çıktığını söyleyecektir.’ Aynı söyleşi de
II.Abdülhamid ‘Ben o zaman onlara bazı
yerler teklif ettim’ diyerek Mezapotamya’yı işaret eder. Kendisini tahtan
indiren İttihat Terakki’yi kastederek de ‘Ama
zannedersem Yahudiler şimdi satın alabilirler, para kuvveti herşeyi yaptırır.
Onlar da bugün hükumet teşkil edecek değiller ya. Bu bir başlangıçtır. Gaye-i
emeldir. Şimdide işe başlayıp birçok sene hatta bin sene sonra maksatlarına
muvaffak olabilirler ve zannederim ki olacaklardır da’ der. Bu sohbetin 1911
yılında gerçekleştiği göz önüne alınırsa, II.Abdülhamid’in, İsrail’in 1948
yılında kuruluşunu daha o günden gördüğü anlaşılmaktadır.
1903 yılında Herzl ile bağlantıların koparıldığı bir
dönemden sonra da, II.Abdülhamid Siyonistlerin faaliyetlerini takip ettirmekten
geri kalmıyor. Ağustos 1903’de Basel’de toplanan Siyonist kongreyi takip
ettirmek için Cevdet adlı bir gözlemciyi göndermiştir. Cevdet Bey Hariciye
Nezaretine gönderdiği 24 Ağustos 1903 tarihli raporda Kongre Başkanı
Dr.Herzl’in bir konuşma yaptığını ve İngiltere’nin Museviler için Doğu
Afrika’daki sömürgelerinde muhtar bir Yahudi Devleti kurulmasına izin
verebileceğini duyurmuştu. Herzl konuşmasında, bu teklifi kabul etme niyetinde olduğunu söylemişti. Anlaşılan
öteden beri Filistin’e yerleşmeyi vazgeçilmez bir şart olarak öne süren Herzl,
bunun kısa vadede çözülemeyeceğini düşünmüş olmalıdır. Dolayısıyla geçici
olarak Doğu Afrika’da Uganda’ya yerleşmek pekale bir çözüm olabilirdi.
1903 yılından sonra da Yahudilerin Filistin’e yerleşme
çabaları devam etti. Bu amaca yönelik olarak uygulanan en önemli yöntem, eskiden
beri devam eden, arazi satın almak suretiyle buralara Yahudi göçmenler
yerleştirme faaliyetleriydi. Bunu için çeşitli menfaatler sağlamak suretiyle
mahalli idarecilerden yararlanılıyordu.
Theodore Herzl 3 temmuz 1904 tarihinde ansızın geçirdiği
kalp krizi sonucu 44 yaşında hayatını kaybetti. Yerine en yakın çalışma
arkadaşı David Wolffsohn seçildi. Filistin’e Yahudi yerleşimi kousundaki
çabalar devam ettiyse de David Wolffsohn hiçbir zaman Theodore Herzl’in
boşluğunu dolduramadı.
2.17 Theodore
Herzl’den Sonrası: İsrail’e doğru
1903 yılında sonra kendilerini Jöntürk olarak
adlandıran ve ülkenin kurtuluşu için kendilerinin ülkenin başına geçmesi
gerektiğine düşünen İttihat ve Terakki örgütü mensupları gerek yurt içinde
gerekse yurt dışında ve özellikle Rumeli vilayetlerinde faaliyetlerini
hızlandırmışlardı. Bu hareketler sonunda II.Abdülhamid’in iktidarını sarsacak
bir konuma geldi. İttihat ve Terakki başlangıçta daha çok sözlü ve yazılı
propoganda yapmaktaydı fakat 1907 yılından sonra silahlı propoganda
faaliyetlerine giriştiler. Bir takım devlet görevlilerine suikastlar
düzenlemeye başladılar. İşte bu gelişmeler 23 Temmuz 1908 tarihinde
II.Meşrutiyet’in ilanı ile neticelendi. Bu sonucun alınmasında en önemli payı olan
İttihat ve Terakki örgütü siyasal partiye dönüştü ve ülke kaderine hakim oldu.
II.Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte Filistin’e Yahudi
göçü bir anda yoğunlaştı. İttihat ve Terrakki iktidarı bunu önlemeye çalıştıysa
da başarılı olamadı. 1914 Ocak ayında İttihat ve Terakki iktidarı, Musevilerin
Filistin’e yerleşimini önlemek için alınan tedbirleri, işe yaramadığı
gerekçesiyle kaldırma kararı aldı. Bununla beraber, Yahudilerin, Filistin’e
yerleşmeleri ve giderek bir devlet kuracak konuma gelmeleri Filistin’in İngiliz
mandası altında bulunduğu dönemde oldu. 1922 yılında Milletler Cemiyeti
kararıyla Filistin İngiliz mandasına bırakıldı.
İngiltere esas itibarıyle, I.Dünya Savaşı süresince,
Filistin’e hakim olma yöntemleri geliştirmişti. Nitekim 1916 yılında,
Ortadoğu’nun paylaşımını öngören Sykes-Picot Antlaşması İngiltere ve Fransa
arasında imzalandı. Bu sırada İngiltere, bir taraftan da Osmanlı Devleti’ne
karşı Arap milliyetçiliğinden yararlanmaya çalışıyordu. Mısır’daki İngiliz
yüksek komiseri Henry Mc Mahon Mekke Şerifi Hüseyin ile temasa geçti.
Müzakereler sonucu, Türklere karşı bir Arap ayaklanması şartıyla, İngiltere,
Kızıldeniz ve Akdeniz’e kıyısı olan bağımsız büyük bir Arabistan’ın
kurulacağını vaat etti. Müzakereler sırasında Şerif Hüseyin, Ortadoğu’nun
İngiltere ve Fransa arasında paylaşılmış olduğundan haberdar bile değildi.
Mekke Şerifi Hüseyin
İngiltere mavi boncuk dağıtma politikasına devam etti.
Siyonizm temsilcileriyle yapılan görüşmeler sonucu, 2 Kasım 1917’de Balfour
Bildirisi yayınlandı. Bu bildiri ile Filistin’de bir Yahudi Devleti kurulması
öngörüldü. Balfour Bildirisinden sonra İngiltere ve Fransa 7 Kasım 1918
tarihinde Ortadoğu konusunda ortak bir deklarasyon yayınladılar. Deklarasyonda
her iki ülke, uzun zamandır Türklerin zülmu altında yaşayan halkların kurtuluşu
için savaştıklarını belirterek, Ortadoğu ülkelerinde halkların kendi serbest
seçimlerine dayanan milli hükümetler ve yönetimler kuracaklarını bildirdiler. Bu
deklarasyon Arap halkları üzerinde İngiltere ve Fransa’nın Arap ülkelerinin
bağımsızlıklarını kabul ettikleri izlenimini bıraktı.
İngiltere’nin aldatmacaları bundan sonra da devam
etti. Şerif Hüseyin’e, İtilaf devletlerinin tek bir Arap devleti kurulması
konusunda kararlı oldukları, Filistin’de hiçbir halkın diğerine tabi
olmayacağı, burada özel bir rejimin uygulanacağı söylendi. Diğer taraftan,
Yahudilerin Filistin’e dönmelerinin teşvik edileceğini ilan eden İngiltere
Araplara şöyle bir öneri götürüyordu: ‘Siyonizm
hareketinin liderleri, Siyonizm’in başarısını, Araplara dostluk ve işbirliği
yaparak sağlamaya kararlıdırlar ve böyle bir teklif de kenara atılamaz’.
Arap liderler bu öneriye çok sıcak yaklaştılar. ‘Hicaz
Arap Devleti’ adına Şerif Hüseyin’in oğlu Emir Faysal ile Dünya Siyonizm
Teşkilatı lideri Weizmann 3 Ocak 1919 tarihinde Londra’da bir anlaşma
imzaladılar. Burada, Araplarla Yahudi halkı arasındaki ırki akrabalığa ve çok
eski bağların varlığına değinildi. Anlaşmada ayrıca Paris Konferansı sonra
erince Arap Devleti’nin ve Filistin’in alacağı şekilden bahsedildi. Filistin’e
mümkün olduğu kadar geniş bir Yahudi göçünün teşvik edilmesi de kabul edildi.
Emir Faysal Arap devletlerinin kurulması için kulis yapmaya gittiği Paris barış
konferansında, Amerikan delegasyonuna yazdığı mektupta ‘Biz Araplarla Yahudilerin ırk bakımından kuzen olduklarına inanıyoruz.
Bilhassa içimizde aydın olanlar, Siyonist hareketine derin bir hoşgörü ile
bakıyor. Biz Yahudilere yurtlarına hoş geldin diyoruz’ diye bahsediyordu.
Emir Faysal’ın bu Yahudi sempatisine rağmen, Arap milliyetçiliği daha baskın
çıktı. 1919’un yaz aylarında Suriye’de toplanan bir Arap Milli Kongresi
Filistin’in hiçbir zaman Suriye’den ayrılamayacağını ilan etti. Kongre,
Filistin’de bir Yahudi yurdu kurulması şöyle dursun, Yahudi göçlerine bile
karşı çıkan kararlar aldı.
Bu gelişmelerden sonra 1920 yılında Ortadoğu, San Remo
Konferansı’nda İngiltere ve Fransa arasında paylaşıldı. Suriye ve Lübnan
Fransız mandası, Irak, Ürdün ve Filistin İngiliz mandası oldu. Ortadoğu
istediği gibi şekillendiren İngiltere, manda idaresine aldığı Arap ülkelerine
sembolik liderler atayarak güya onları ödüllendirdi. Şerif Hüseyin Hicaz Kralı,
oğulları Faysal Irak, Abdullah ise Ürdün Kralı yapıldı. Aynı yıl, İngiltere
koyu bir Siyonist olan Herbert Samuel’i Filistin’de vali yardımcılığına atadı.
Bu şekilde İngiltere Filistin’de Yahudileri destekleyeceğinin ipuçlarını
vermişti. Nitekim bundan sonra Yahudilerin Filistin’e göç edip yerleşmeleri
İngiltere tarafından teşvik edildi. Mahalli meclislere ve devlet memurluklarına
Yahudiler yerleştirildi. Böylece Yahudiler nüfuslarının çok ötesinde bir
etkinliğe kavuştular. Bu durum, Yahudilerin üstünlüklerini kabul etmek bir
yana, eşit olmayı bile hazmedemeyen Arapları son derece rahatsız etti.
Milletler Cemiyeti 1922 yılında aldığı bir kararla
Filistin’deki İngiliz mandasını kabul etti ve bir sınır belirlendi. Bu sınır,
Akabe körfezinde Akabe şehrinin iki mil batısından başlayıp, Şeria nehrinin
Yamuk nehri ile birleştiği noktaya kadar uzanan ve oradan Suriye sınırına varan
çizgiydi. Bu çizginin doğusu Ürdün toprakları oluyordu. Batı sınırı ise Mısır
ile esasen mevcut olan sınır idi.
İngiltere’nin Filistin’de Yahudileri destekler tavrı
kısa bir süre içinde bir Arap-Yahudi çatışmasına yol açacaktı. Bundan sonra
Filistin meselesi İngiltere için önemli bir problem teşkil edecekti. Çünkü
Filistin, İngiltere’nin Şerif Hüseyin’in şahsında Araplara vaat etmiş olduğu
Büyük Arap Devleti’nin bir parçası idi. Halbuki İngiltere Arap Devleti’ni
kurdurmadığı gibi, Yahudi göçlerine açmak suretiyle Filistin’i Araplardan
koparıyordu. Bu suretle kutsal topraklar yavaş yavaş Yahudilerin yurdu haline
gelecekti.
Filistin Arapları, bu tehlikeyi gördükleri için 1920
yılından beri bir direnme mücadelesi vermeye başladılar. Yahudiler bu dönemde
Filistin’e mümkün olduğu kadar göç sağlamaya çalıştılar. Araplar da, bir yandan
bu göçleri engellemeye, diğer yandan da, Filistin nüfusunun büyük çoğunluğunun
Arap olmasını göz önünde bulundurarak, Filistin’de bağımsız bir Arap devleti
kurmaya uğraştılar. Bu yüzden Filistin’de Araplarla Yahudiler arasında birçok
çatışma meydana geldi.
2.18 II.Dünya Savaşı
ABD dışında en fazla Almanya’yı etkileyen 1929 Dünya
Ekonomik Buhranı(Büyük Kriz) olmasaydı, Naziler hiçbir zaman güç kazanamazdı.
Seçimde ABD ve Almanya’daki iktidar partileri kaybetti. 30 Ocak 1933’de Naziler
iktidara geldi, Hitler Şansölye oldu. Hitler, daha 1922’de ‘Birgün iktidara gelirsem Yahudileri yok etmek birinci ve en önemli
görevim olacak’ demişti. Yahudilere karşı sistematik saldırıların olacağını
tahmin eden Yahudi yazarlar, sanatçılar, entellektüeller, bilim adamları hemen
ülkeyi terk ettiler. Bu bilim adamlarının önemli bir kısmı ABD ile Türkiye’ye
gittiler. Hitler’in iktidarda olduğu 12 yıl boyunca düalizm devam etti.
Yahudiler bazen beklenmedik kişisel şiddet eylemleriyle karşılaştılar bazen de
devletin sistematik toplu şiddetinin kurbanı oldular.
Hitler iktidara gelince, Alman ekonomisini
canlandırmak için, Yahudi zenginlerin mallarına el koyup ülkeden kovulmalarını
sağladı. 14-15. yüzyılda İspanya’nın Yahudilere karşı yaptığının aynısını
yapıyordu. 15. yüzyılda Osmanlı
Devleti’nin yaptığı misafirperliği, Osmanlı’nın 20. yüzyıldaki karşılığı olan
ABD malesef göstermedi. Hitler görevi devraldıktan yedi hafta sonra Himmler
Dachau’da ilk toplama kampını açmıştı. 1938 yılının sonbaharında Yahudilerin
ekonomik gücü tamamen yok olmuştu. Alman ekonomisi ise yeniden güçlenmiş,
Almanya yeniden silahlanmıştı. 200 bin den fazla Yahudi Almanya’dan kaçmıştı.
9 Kasım 1938’de Herschel Grynszpan adında bir Yahudi
Paris’te bir Nazi diplomatını öldürünce Nazi parti üyeleri tüm Yahudi
dükkanlarını yıkıp yağmaladılar. Olaylardan Yahudiler sorumlu tutuldu ve 20 bin
Yahudi toplama kamplarına gönderildi. Nazi parti politikasına göre önce
Yahudiler belirleniyor, sonra mallarına el konuyor sonra da toplama kamplarına
gönderiliyordu. Kasım 1938’den itibaren Yahudiler bütün okullardan, trenlerden,
bekleme odalarından kovularak ayrıma tabi tutuldular. Yahudilerin ayrı
mahallelerde oturmaları zorunlu hale getirildi. Çalıştıkları yerlerden
çıkarılarak işsiz hale gelen gelip fakirleşen Yahudiler Mart 1939’dan itibaren çalışma
kamplarında zorunlu çalışmaya sevk edildiler.
Eylül 1939’da II.Dünya Savaşı başladığında Yahudilere
karşı yok oluşun tüm altyapısı hazırdı. Hitler uzun zamandır eğer bir savaş
çıkarsa bunun Yahudilerin uluslararası bir oyunundan kaynaklanacağını ve bütün
ölümlerden Yahudilerin sorumlu olacağını söylüyordu. Aslında sadece
Almanya’dakiler değil tüm Yahudileri yok etmek için savaşı isteyen Hitler’in
kendisiydi. Eylül 1939’dan başlıyarak akşam saat 20’den sonra sokaklarda
gezmeleri yasaklandı. Bazı uygunsuz saatler dışında ulaşım araçlarına binmeleri
engellendi. Telefonlarına el kondu daha sonra telefon etmeleri yasaklandı.
Ağustos 1938’den itibaren Yahudi kimlikleri değişti. Yahudi karnelerine basılan
‘J’(Jude) damgası her türlü kısıtlamayı ifade ediyordu. Hitler I.Dünya
Savaşı’nın Yahudi grupların yarattığı spekatülatif yiyecek kısıntısından
kaybedildiğine inanıyordu. Bu sefer resmi tersine çevirecekti.
Eylül 1941’den başlıyarak altı yaş ve üzeri herkez,
ortasında Jude kelimesi yazılı sarı fon üzerinde siyah bir Davut yıldızı olan
bir işaret taşımak zorundaydı. Böylece Yahudileri belirlemek kolaylaşmış ve tüm
Alman halkı işkenceye ortak bir polis gücüne dönüşmüştü.
Naziler Polonya’yı işgal edince Alman Yahudilerine iki milyon Yahudi daha eklendi. Sistematik olarak Yahudileri trenlerle toplama kamplarına götürmeye başladılar. Bu kamplardaki Yahudiler haftada yedi gün sabahın erken saatlerinden gecenin karanlığına kadar çalıştırılıyorlardı. İlk büyük esir çalıştırma operasyonu 1940’ın Şubat ayında gerçekleştirildi. 1944 yılının sonunda, Alman silah endüstrisinde 400 bin esir işçinin çalıştığı belirtildi. İşçilerin adları yoktu. Bedenlerine numaraları dövme olarak işleniyordu.
Yahudilerin açlıktan ve çalışmaktan ölmeleri Hitler’e göre yeterince hızlı değildi. Toplu olarak öldürmeye karar verdi. Ancak Hitler, Yahudilerin aleyhindeki konulardaki emirlerini hiçbir zaman yazılı olarak vermiyordu. Hitler Yahudilerin toplu olarak yok edilmelerine ilişkin ‘Nihai Çözüm’ emrini 1 Eylül 1939’da verdi. İlk gaz odası 1939’da Brandenburg’da kuruldu. Karbon monoksit gazı kullanılan gaz odasına duş odası deniyordu. 20-30 kişilik gruplar halinde bu odalara alınan Yahudilere duş alacakları söyleniyordu ve duvarlarda duş aparatları vardı. Kapılar arkadan kilitlendikten sonra operasyon yetkilisi doktor gazı veriyordu. Bu uygulama ile 80-100 bin kişi yok edildi. 1941 yılının Ağustos ayında Kiliselerin itirazı üzerine uygulamaya bir süre ara verildi.
Yahudilerin kalabalık gruplar halinde öldürülmesi 1940 yılı boyunca ve 1941’in baharına kadar Polonya’da devam etti. Ancak toplu imha hareketi Hitler 22 Haziran 1941’de Rusya’yı işgal edince başladı. Amaç, Yahudi-Bolşevik işbirliğinin merkezini yıkıp, Hitler’in Sovyetlerin kontrollerindeki beş milyon Yahudi’ye ulaşmasını sağlamaktı. Öldürme eylemi iki farklı yöntemle uygulanıyordu: Gezici öldürme birimleri veya ölüm kampları. Gezici öldürme birlikleri orduya dahil edilen SS grupları tarafından gerçekleştiriliyordu. Sovyet bölgesindeki Yahudileriden dört milyonu 1941-1942’de Almanların işgal ettikleri topraklarda yaşıyorlardı. Dört cinayet birimi ordunun arkasından geliyordu. Bu gruplar 1941’in Ekim ayından Aralık ayının başına kadar sırasıyla 125.000, 45.000, 75.000 ve 55.000 Yahudi öldürdüklerini rapor ettiler. İkinci bir cinayet furyası 1942 yılı boyunca devam etti. Bu dönemde 900.000 Yahudi öldürüldü. Yahudilerin büyük bir kısmı kent dışında mezara dönüştürülmüş siperlerde vurularak öldürülüyordu. Önce toplu mezar kazılıyor. Katiller Yahudileri ya enselerine ateş ederek veya mezar içerisinde yere yatırarak öldürüyorlardı. İlk sıranın ayaklarıyla ikinci sıranın başları üst üste geldiğinden Sardalya yöntemi deniyordu. Toplu öldürme makinalarının inşaatı 1941 yılının yazı ve sonbaharı boyunca devam etti. Tercih edilen öldürme yöntemi Zyklon-B gazıydı.
Avrupa ülkelerindeki 8.861.000 Yahudi Nazi kontrülü
altındaydı. Yapılan hesaplara göre Naziler 5.933.900 kişiyi yani bu toplumun
%67’sini öldürdüler. Auschwitz’te 2 milyondan fazla, Maydanek’te 1.380.000,
Treblinka’da 800.000, Belzec’de 600.000, Chelmno’da 340.000 ve Sobibor’da 250.000
Yahudi öldürüldü. Alman halkının Soykırımdan haberi vardı. Sadece SS’te 900.000
kişi görevliydi. Demiryollarında çalışan 1.200.000 kişi mevcuttu. Almanların
çoğu gece yarıları geçen bu trenlerin ne taşıdığını çok iyi biliyordu.
İngilizler ve ABD bu katliamları bilmelerine rağmen
Yahudileri ülkelerine kabul etmekte yeteri kadar istekli davranmadılar. Savaş
döneminde yasal kotanın %10’u olan yalnız 21.000 Yahudi, ABD’ye kabul edildi.
Ülkedeki milliyetçi gruplar Yahudilerin göçünün yasaklanması için harekete
geçtiler. Başkan Roosevelt’de ılımlı bir Yahudi düşmanıydı. Casablanca
Konferansında ‘Yahudilerin Alman
toplumunun küçük bir grubu olmasına karşın Almanya’daki avukatların,
doktorların, öğretmenlerin, üniversite hocalarının %50’sini oluşturduklarını’
açıkladı. Gerçekte ise bu oranlar sırasıyla %16.3, %10.9, %2.6 ve %0.5 idi. Roosevelt
katliam kanıtlandıktan sonra bile herhangi bir girişimde bulunmadı.
Yaklaşık altı milyon Yahudi ölmüştü. Yahudilere karşı
duyulan iki bin yıllık nefretin her türlüsü Hitler’in enerjisi ve iradesiyle
Avrupa’daki savunmasız Yahudi toplumunu ezmek için kullanılmıştı. Ruslardan,
Almanlardan ve Polonyalılardan oluşan Doğu Avrupa’nın o muazzam Eskenazi
toplumu yok edilmişti.
Soykırım, uluslararası toplumun, Yahudilere uygulanan
gaddarlığa karşı tepkisini iki noktada değiştirdi. Yapılanların
cezalandırılmasının ve telafi edilmesinin gerekli olduğu tüm dünyada kabul
edildi. 20 Kasım 1945’de Nüremberg’de savaş suçlarının davaları başladı. Dava
Özür Dileme gününe rastlayan 1 Ekim 1946’da sonuçlandı. 12 suçlu idam cezasına,
üçü ömür boyu hapis cezasına, dördü değişik süreli hapis cezalarına
çarptırıldı, üçü beraat etti. Sonradan da çeşitli davalar görüldü. Verilen 806
idam cezasından sadece 486’sı infaz
edildi. Sanık sayısı 150.000’e ulaşan ve 100.000 mahkumiyetle sonuçlanan
davalar görüldü.
Hiristiyan kiliselerinden hiçbiri savaş sırasında
gerektiği gibi davranmadı. Özellikle Papa XII.Pius haberi olmasına rağmen Nihai
Çözüm’ü kınamadı. Birinci Dünya Savaşında, Siyonist devletinin kurulması imkan
dahilindeydi. İkinci Dünya Savaşında zorunluluk haline geldi. Yahudiler, her ne
pahasına olursa olsun artık bu devletin kurulmasının şart olduğuna inandılar.
2.19 İsrail
Devleti’nin Kuruluşu
Savaş sonrasında İngilizler, Ortadoğu’daki
politikalarını değiştirmeye hiç niyetli değildiler. Savaş onların ekonomilerini
olumsuz etkilemişti ve OrtaDoğu’daki petrol sahaları önem kazanmıştı. Arap
aleminin düşmanlığını kışkırtacak düzeyde Filistin’e Yahudi göçüne izin vermeyi
düşünmüyorlardı. İngiliz politikacı Churchill ise Yahudilerin baş
koruyucusuydu. Verdiği destekle 25 bin kişilik Yahudi Tugayı kurulmuştu. Üç
Siyonist eylem grubu terörist eylemlere başladılar. Hedef Filistin yönetiminde
olan İngilizlerdi. Liderliği Polonyalı Menachem Begin üstlendi.
29 Haziran 1946’da İngilizler Yahudi Ajansına bir
saldırı düzenlediler ve yaklaşık 2.718 Yahudi tutuklandı. 22 Temmuz 1946’da
İngiliz yönetiminin bir kısmının oturduğu King David Otelin bir bölümü havaya
uçtu. 28 İngiliz, 41 Arap, 17 Yahudi ve diğer 5 kişi öldü. Olaydan önce
İngilizler telefonla uyarıldılar ama İngilizler dikkate almadı. Begin, gereken
uyarının yapıldığını iddia ederek ölenlerin sorumluluğunu İngilizlere yükledi.
Sadece Yahudiler için yas tuttu. İngiliz
Hükümeti, ülkenin üçe paylaştırılmasını teklif etti. Yahudilerle Araplar planı
reddettiler. Dolayısıyla, 14 Şubat 1947’de, Begin, Filistin meselesini tümüyle
Birleşmiş Milletlere götürdüğünü ilan etti.
Herzl’in hayalleri 14 Mayıs 1948’de
kendi fotoğrafının altında gerçekleşir. İsrail Devleti’nin kuruluşu ilan
edilmektedir.
Yahudiler için en büyük şans 12 Nisan 1945’te
Roosevelt’in ölümüydü. Roosevelt Yahudi aleyhtarıydı. Halefi Harry S. Truman
Yahudilere daha olumlu bakıyordu. İngilizler mandalarından feragat edince
Truman bir Yahudi devletinin kuruluşuna yönelik girişimlerde bulundu. 1947
yılının Mayıs ayında, Filistin sorunu Birleşmiş Milletler gündemine geldi. Truman’ın güçlü desteği sayesinde, 29
Kasım 1947’de Genel Kurul tarafından 13’e karşı 33 oyla ve 10 çekimser oyla
kabul edildi. Tüm Sovyet bloku İsrail lehinde oy kullandı. 14 Mayıs 1948’de Ben
Gurion Tel Aviv Müzesinde İsrail Bağımsızlık Beyannamesi ilan edildi.
3. 31 MART VAKASI
3.1 31 Mart Vakası
ve Abdülhamid’in Tahttan İndirilmesi
31 Mart Vakası, II. Meşrutiyet'in ilanından sonra
İstanbul'da yönetime karşı yapılmış büyük bir ayaklanmadır. Rumi Takvim'e göre
31 Mart 1325'te (13 Nisan 1909) başladığı için bu adla anılmıştır.
Meşrutiyetçi hareketin en güçlü kanadı olan İttihat ve
Terakki Cemiyeti'nin iktidarı tam olarak ele geçiremeyerek dolaylı bir denetim
kurması ve İngilizlerin İttihat ve Terakkicilere söz geçiremeyeceğini fark
etmesi, politik istikrarsızlığa yol açmış, halk arasında da yaygın çalkantılar
doğurmuştu. Bu koşullar bazı muhalefet gruplarının kısa sürede İttihat ve
Terakki'ye karşı İngilizlerin de desteğiyle birleşmelerine zemin hazırladı.
Politik istikrarsızlık ve çatışmalar, İttihat ve Terakki'ye muhalefet eden
tanınmış gazetecilerin ajanlar tarafından öldürülmesiyle daha da şiddetlendi.
Bununla birlikte İttihat ve Terakki içinde de sorunlar bulunmaktaydı;
teşkilatın İngiliz taraftarı Manastır kolu ile Alman taraftarı Selanik kolu
arasında rekabet yaşanmaktaydı. O dönemde Alman taraftarı Selanik kolu, azınlık
durumuna düşen Manastır koluna üstün gelmişti. Bu durum bu partinin Manastır
kolunun bir kısmını da saf değiştirip muhalefet ile işbirliğine yöneltti. Diğer
taraftan İngilizlerin böyle bir ayaklanmayı teşvik etmesinin nedenide Berlin
Antlaşması sonrası, Mısır'ın kendince işgali sonrası giderek kendi ekseninden
uzaklaşıp, hızla rakibi Almanya eksenine doğru kayan ve II. Meşrutiyet sonrası
da bu durumu sürdüren Osmanlı İmparatorluğu'nu kendi saflarına çekme isteğinden
kaynaklanmaktaydı.
Derviş Vahdeti'nin yayımladığı, İngilizler tarafından
finanse ve himaye edilen ve yer yer Prens Sabahattin'in Adem-i merkeziyetçi
görüşlerine de yer veren Volkan gazetesi, İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti'nin
yayın organı durumuna geldikten sonra özellikle İttihat ve Terakki'nin
uygulamalarından zarar gören alaylı subaylar üzerinde etkili oldu.
12 Nisan'ı 13 Nisan'a bağlayan gece, askerler
subaylarına karşı ayaklanarak kendilerine önderlik eden din adamlarının peşinde
Heyet-i Mebusan'ın önünde toplandılar ve ülkenin şeriata göre yönetilmesini
istediler. Hüseyin Hilmi Paşa hükümeti ayaklanmacılarla uzlaşma yolunu seçti ve
hükûmet üyeleri tek tek istifa etti. İsyancıların kurduğu yeni hükümet
İngilizler tarafından desteklendi.
Adliye Nazırı Nazım Paşa İttihatçı Ahmet Rıza Bey
sanılarak isyancılar tarafından linç edildi. Aynı şekilde Lazkiye mebusu Arslan
Bey de gazeteci Hüseyin Cahid sanılıp öldürüldü. Tahsilsiz ve alaylı olan
askerlere halk arasından cahil ayak takımından insanlar ve bazı dindar kimseler
de din elden gidiyor propagandalarının etkisiyle katılmıştı.
Ayaklanma Heyet-i Mebusan üzerinde de etkili oldu. O
gün İttihat ve Terakki üyesi mebuslar, can güvenlikleri olmadığı için meclise
gitmediler. Bazıları İstanbul'dan uzaklaşırken, bazıları da kent içinde
gizlendi. Bu arada ayaklanmacılar İttihatçı subaylarla mebusları buldukları
yerde öldürüyorlardı. Hükümetin ve meclisin etkisiz kalmasıyla, II.Abdülhamid
yeniden duruma egemen oldu. Ayaklanmayı başlatan muhalefet ise, herhangi bir
programdan yoksun olduğundan önderliği elde edemedi.
İstanbul'da denetimi elinden kaçıran İttihat ve
Terakki asıl güç merkezi olan Selanik'teki 3. Ordu'yu harekete geçirdi. Böylece
ayaklanmayı bastırmak üzere Hareket Ordusu kuruldu. Ayaklanmacılar 23 Nisan'ı
24 Nisan'a bağlayan gece İstanbul'a girmeye başlayan Hareket Ordusu'na
başarısız bir direniş çabasından sonra teslim oldular. Heyet-i Mebusan ve
Heyet-i Ayan da bir gece önce Yeşilköy'de toplanarak Hareket Ordusu'nun
girişiminin meşruluğunu onaylamışlardı.
Ayaklanmanın bastırılmasından sonra sıkıyönetim ilan edildi ve ayaklanmacıların önderleri Divan-ı Harp'te yargılanarak ölüm cezasına çarptırıldılar. Muhalefet hareketi önemli kayıplara uğradı. Ama en önemli gelişme, Meclis-i Umumi Milli adı altında birlikte toplanan Heyet-i Mebusan ve Heyet-i Ayan'ın 27 Nisan'da II.Abdülhamid'in tahttan indirilmesini, yerine V.Mehmet Reşat'ın geçirilmesini kararlaştırmasıydı. Ayrıca II.Abdülhamid'in İstanbul'da kalması da sakıncalı bulunarak Selanik'te oturması uygun görüldü.
Osmanlı Meclisi heyeti
Yıldız Sarayı’nda II.Abdülhamid’e hal edildiğini tebliğ ediyor. Meclis-i Ayan
üyelerinden eski Bahriye Nazırı Arif Hikmet Paşa, Ermeni Aram Efendi, Draç
Mebusu Arnavut Esad Toptani Paşa ve Türk-Müslüman düşmanlığıyla tanınmış
Selanik Mebusu Yahudi Emanuel Karasu Efendi.
1912'ye kadar Selanik'te göz hapsinde ikamet ettirilen II.Abdülhamid
Selanik'in Bulgaristan'a 12 Kasım 1912 de savaşmaksızın teslimi sonrasında
Beylerbeyi Sarayı'na getirilecek ve 1918'deki ölümüne kadar burada saraydan çıkmadan hayatını
sürdürecekti.
Dip Notlar
1 Bir Fransız
Yahudisi olan Alfred Dreyfus,
Fransız ordusunda yüzbaşılığa kadar yükselmişti. 1894 yılında Savaş
Bakanlığı’nda çalışırken Paris’teki Alman askeri ataşesine Fransız ordusunun
sırlarını satmakla suçlandı. Ortada ne somut bir neden, ne de açık seçik
kanıtların olmamasına rağmen Savaş Konseyi, bir el yazısı karşılaştırmasına ve
kurallar çiğnenerek zanlının avukatlarına gösterilmeden yargıçlara verilen bir
gizli dosyaya dayanıp, Dreyfus’ü ömür boyu sürgün ve rütbesinin geri alınması
cezasına çaptırdı. Fransız Guyanası'nda hapsedilen Dreyfus'un 1899 yılında suçsuz
olduğu anlaşılınca Cumhurbaşkanı Émile Loubet özür dileyip onu serbest bıraktı
ve görevine iade etti.
Alfred Dreyfus’un rütbelerinin sökülmesini resmeden çizim
2 Roma’lı bir
köle olan Androcles Afrika’ya kaçar
ve orada bir aslanın ayağına batmış kıymığı çıkararak aslanı kurtarır. Roma’ya
dönüşünde Androcles ceza olarak İmparator tarafından aslanlara atılır. Fakat
aslan onu tanır ve Androcles’e bir şey yapmaz. Çünkü o Afrika’da ayağındaki
kıymığı çıkardığı aslandır.
Androcles ve Aslan Arenada
3Herzliya kenti 1924 yılında, Theodor (Benjamin Zeev) Herzl’in anısına kooperatif
tarımı yapan yeni göçmenler ve yaşlı yerel halkın biraraya gelmesiyle
kurulmuştu. 1948 yılında İsrail Devleti’nin oluşumundan sonra buraya çok sayıda
göçmen yerleştirildi. 1960 yılında nüfus 25,000’e ulaşınca şehir statüsü aldı.
4Modern
anlamda Borsa, Rothschild tarafından
kurulmuş bir piyasadır. Küçük oğul Nathan Rothschild, Londra Borsası'na girerek
Waterloo Savaşı'nı İngiltere'nin kaybettiği söylentisini yayar. Dönemin
piyasası için Rothschild ailesinin bir üyesi, yeterince güvenilir bir kaynaktır.
Bunun üzerine Londra Borsası'nda hisse sahibi olan herkes, olabildiğince ucuz
fiyatlarla hisselerini satmış, elinden çıkarmıştır. Bu çok ucuzdan satılan
hisseleri, satın alan da Nathan Rothschild’dir.
Radyo, telefon, telgraf gibi haberleşme mekanizmalarının henüz olmadığı o
günlerde İngilizler, Nathan'ın hisselerin çoğunu toplamasına yetecek bir süre
boyunca savaşı kaybettiklerine inanmıştır. Ardından Waterloo Harbi'ni
İngiltere'nin kazandığı ortaya çıkar ve iki gün önce "aman zarar etmeyelim"
diye adeta çöp fiyatına satılan hisseler aşırı oranda değer kazanır. Bu
hisselerin sahibi ise çoktan Nathan Rothschild olmuştur. Sonuç olarak Nathan
Rothschild, Avrupa'nın her yerine yayılmış olan ailesinin toplam servetini,
sadece İngiltere üzerinden "binlerce" kez katlamıştır. Bu aile sadece
bu spekülasyon ile değil, öte yandan sahip oldukları sermaye sayesinde savaşa
giren ülkelere kredi vererek de servetine servet katmıştır.
Kaynakça
Engin, Vahdettin – Pazarlık, Yeditepe Yayınları
Mantran, Robert - Osmanlı İmparatorluğu Tarihi II Duraklamadan Yıkılışa
Mantran, Robert - Osmanlı İmparatorluğu Tarihi II Duraklamadan Yıkılışa
Johnson, Paul – Yahudi Tarihi
http://www.herzl.org
No comments:
Post a Comment