Friday, December 5, 2014

Toplumların Bayrak Yarışı ve Çin

Dünya üzerinde tarım ve yerleşik hayat MÖ 8500’de Bereketli Hilal’de, MÖ 7500’de Çin’de adeta bahşedilmiş topraklarda başladı. Uygarlık tarihinin önemli adımları ilk önce bu verimli topraklarda atıldı. Sonrası ise adeta toplumlar arası bir bayrak yarışı şeklinde geçti. Her dönemde başka bir ulus ya da toplum liderliği üstlendi. Peki ne olmuştu da bir zamanlar bayrağı en önde taşıyan Bereketli Hilal ya da Çin sonradan liderliklerini kaybedip, çöküşe geçmişlerdi. İnsanların çevrelerine verdiği zararların, bilime bakışlarının ya da mutlak yöneticilerin stratejik kararlarının bu çöküşlerde etkisi ne olmuştu? Bilimin bayrak takımı hangi toplumlardan oluşmuştu?   

Kutsal kitaplarda ve yerel efsanelerde adı geçen Tanrı Marduk’a ulaşmak için MÖ 3500 civarında, Nuh tufanını izleyen dönemde, Sümerliler tarafından inşa edilen Babil Kulesi. Kule, temelde 90x90 metre kare formda yüseldikçe incelen dikdörtgen tarzda yedi katlı bir yapı idi. En üst kat Tanrı Marduk’a ayrılmıştı. MÖ 479'da Babil'i fetheden Persler tarafından yıkıldı. Kule birden çok kez inşa edildiği için ilk kulenin Mezopotamya’da nerede olduğu belli değildir. Tevrat'ta göre Babilliler medeniyetlerini kanıtlamak amacıyla, göğe dek erişen bir kule yapmak istediler. Ancak Tanrı ‘çatısı cennete ulaşacak’ bu yapıya izin vermedi ve işçilerin birbirleriyle anlaşamaması için farklı diller konuşmalarını sağladı. Bu nedenle işçiler Babil Kulesi'ni yarım bırakarak dünyanın dört bir yanına dağıldılar.

Neden Avrasya sınırları içinde Bereketli Hilal, ya da Çin toplumları değil de Avrupa toplumları Amerika’yı ve Avustralya’yı sömürgeleri haline getirdiler, teknolojik üstünlüğü ele geçirdiler, siyasal ve ekonomik açıdan dünyaya egemen oldular?  MÖ 8500 ile MS 1450 arasında herhangi bir zamanda yaşayan birisinin,  1800’lerde Avrupa’nın dünyanın mutlak egemeni olacağını tahmin etmesi beklenemezdi. Son 10.000 yılın çok büyük bir bölümünde Avrupa üç eski Dünya bölgesi arasında en geri kalmış olanıydı.

İnsanın çevreye etkisi

İnsanoğlu günümüzden 10.000 yıl kadar önce, Bereketli Hilal’de yerleşik ya da yarı yerleşik hayata geçip tarıma başladığından beri çevresinde, değiştirici etkilerde bulunmaya başlamıştır. Önceleri insanın eko sistemlere müdahalesi, ormanları tarım alanı açma amacıyla tahrip etmesi şeklinde iken, nüfus henüz fazla olmadığı için, insanoğlu çevreyi etkilemekten çok, çevreden etkilenen bir pozisyonda idi. Ancak insanoğlu, iklim ve coğrafi şartların uygun olduğu yerlerde sosyal, ekonomik ve kültürel faaliyetlerini geliştirme imkanı bulunca, artan nüfusa bağlı olarak, çevreye oldukça etkili müdahalelerde bulunmaya başladı. Günümüzden yaklaşık 5.000-4.000 yıl kadar önce akarsuların kenarlarında veya denize döküldükleri kısımlarda, verimli alüvyal alanlarda, hızlı nüfus artışı olurken, genellikle liman özelliği taşıyan bu bölgeler şehir devletleri haline geldi.

Böylece kapalı ekonomi sistemleri, hızlı bir değişimle çeşitli uygarlıkların kültürel ve ticari alışverişlerinin sağlandığı, etki alanları genişleyen bir biçime dönüşmeye başladı. Bu şekilde ticari mal üretimi için doğal kaynakların kullanımı da hızla arttı. Artan yerel nüfusun ve komşu toplumların taleplerine yönelik olarak doğal kaynak kullanımı arttı. Son 11 bin yıllık dönemin başlarından ortalarına kadar devam eden bol yağışlı dönemde, artan nüfusun tarım alanı açma, gemi inşası ve seramik eşya yapmak için orman alanlarını tahrip etmesi, erozyonun şiddetlenmesine yol açtı. sonucunda

Akarsuların denize döküldükleri verimli alüvyonlu sahalarda yer alan deltalarda gelişen kentlerden Efes’in 6 km ve Miletos’un 10 km  denizden uzaklaşmalarında ve liman özelliklerini kaybetmeleri nedeniyle değerlerini yitirmelerinde, erozyonun neden olduğu hızlı alüvyon birikiminin etkili olduğu sanılmaktadır. Bunun gibi Bereketli Hilal bölgesinde gelişen tarıma dayalı Mezopotamya Uygarlığı, Toros Dağlarındaki ormanların tahribi sonucu artan erozyon, sellenme ve sediment birikimi nedeniyle tarihten silinmiştir. Barajlar, sulama kanalları, millerle dolan tarım alanları kullanılamaz hale gelirken, bir zamanlar Basra Körfezi kıyısında bulunan Ur şehri, denizden 200 km. içeride kalmıştır. Aynı dönemlerde İndus, Ganj ve Sarı ırmak nehirlerinin verimli alüvyal sahalarında kurulan çeşitli uygarlıklarda, yukarı havzalarda ormanlık alanların tahribi sonucu ortaya çıkan erozyon, büyük çaplı seller, aşırı ve hızlı sediment birikimleri nedenleri ile ortadan kalkmışlardır.

MÖ 8500’den, Yunanistan’ın ve İtalya’nın doğuşuna yani MÖ 500’e kadar, hayvanların ve bitkilerin evcilleştirilmesi, yazı, metal işleme teknolojisi, tekerlek, devlet vb. ne kadar yenilik varsa hepsi ya Bereketli Hilal’de ya da çevresinde ortaya çıktı. Milattan sonra yaklaşık 900’den sonra su değirmenleri gelişip serpilinceye kadar Batı Avrupa ya da Aplerin kuzeyi, Eski Dünya teknolojisine ya da uygarlığına hiçbir katkıda bulunmadı; tam tersine gelişmeleri Doğu Akdeniz’den, Bereketli Hilal’den ve Çin’den ithal eder konumdaydı. MS 1000’den MS 1450’ye kadar bile, bilim ve teknolojinin akış yönü daha çok, Hindistan’dan Kuzey Afrika’ya kadar yayılmış İslam toplumlarından Avrupa’ya doğruydu, bunun tersine değil. Bu yüzyılar arasında, ortaçağda Çin, yiyecek üretimine neredeyse Bereketli Hilal kadar erken bir tarihte başlamış olduğu için, dünyaya teknoloji de önderlik ediyordu.

Kıtaların, çevrelerin farklılıkları

Peki bu farklı bölgeler farklı zamanlarda teknolojijk ve bilimsel liderliği nasıl ele geçirmişti? Burada yaşayan insanlar mı, yoksa içinde yaşadıkları çevreler mi  diğerlerinden üstündü? Son dönemde yapılan araştırmalar sonucunda, farklı kıtalardaki halkların zaman içerisindeki birbirlerine üstünlükleri ya da bağımlılıkları söz konusu halkların insanları arasındaki doğuştan gelen farklardan değil, yaşadıkları çevrelerin koşulları arasındaki farklardan kaynaklandığı anlaşılmıştır. İnsanların üzerinde yaşadığı kıtalar, insanlık tarihinin yörüngelerini  etkileyen sayısız çevre özelliği arasından, dört açıdan önemli farklılık gösterirler:
  1. Evcilleştirmenin önkoşulu olarak mevcut yaban hayvan ve bitki türleri arasındaki farklar. Yiyecek üretimi, kabilede üretim yapmayan şef, din adamı gibi uzmanları besleyebilecek yiyecek fazlasının yaratılabilmesi için çok önemliydi. Ayrıca askeri üstünlük kazanmalarını sağlayacak kalabalık nüfusların oluşması için de çok önemliydi. Bu iki nedenden dolayı, ekonomik olarak karmaşık, toplumsal olarak katmanlı, siyasal olarak merkezileşmiş toplumların, küçük olgunlaşmamış şefliklerin düzeyini aşan, gelişmeleri gösterebilmeleri yiyecek üretimine bağlıydı. Ama yaban hayvan ve bitki türlerinin çoğunun evcilleştirmeye uygun olmadığı anlaşıldı. Evcilleştirmeye aday yaban türlerinin sayısı, kıtaların yüzölçümlerine göre ve aynı zamanda Geç Pleyistosen dönemde, soyları tükenen büyük memeli hayvanların, durumuna göre kıtalar  arasında büyük farklılık gösteriyordu. Avustralya’da ve Amerika kıtalarında soylar Avrasya’ya ve Afrika’dakine göre çok daha ciddi boyutlarda tükendi. Her kıtada bitki ve hayvan evcilleştirmeleri, kıtanın yüzölçümünün küçük bir bölümünü oluşturan birkaç ana merkezle sınırlıydı. Çoğu toplumlar kendi icat ettikleri şeylerden daha çoğunu, hatta siyasi kurumlarını başka toplumlardan alırlar. Başlangıçta bir üstünlükten yoksun toplumlar ya bu üstünlüğe sahip toplumlara bakarak, o üstünlüğü kendileri de edinirler, edinemezlerse de yerlerini öteki toplumlara bırakırlar.
  2. Kıtalar içinde yayılma ve göç hızı, kıtadan kıtaya değişiklik gösterir.  Avrasya’nın ana ekseni doğu-batı doğrultusunda olduğu, çevresel ve coğrafi engeller de çok engelleyici olmadığı için Avrasya’da yayılma da, göç de hızlı oldu. Yayılma Afrika’da ve özellikle Amerika’da, bu kıtaların ana eksenlerinin kuzey-güney doğrultusunda olması, çevresel ve coğrafi engellerin bulunması yüzünden daha yavaş gerçekleşti.
  3. Kıtalar içi yayılma kadar Kıtalar arası yayılma da farklılık gösteriyordu. 6.000 yıl önce Avrasya’dan, Afrika’nın Sahra altı bölgesine yayılmaktan daha kolay bir şey yoktu. Afrika’daki canlı türlerinin çoğu Afrika’ya böyle gelmişti. Kızıldeniz bir iç denizdi ve Suudi Arabistan yarımadasının güneybatı ucu Afrika’dan henüz kopmamıştı. Asya’daki hayvanlar buradan yürüyerek Afrika’ya geçtikleri gibi, Afrika’dan çıkan insanlar da bu yol ile Asya’ya ve dünyaya yayılmışlardı.
  4. Yüzölçümleri ya da nüfus hacimleri bakımından kıtalar arasındaki farklar. Geniş yüzölçümü ya da kalabalık nüfus, olası mucitlerin sayısını da artırıyor. Ayrıca yenilikleri benimseyemeyen ve muhafaza edemeyen toplumlar, genellikle kendisiyle yarışan öteki toplumlar tarafından elenirler. Afrika pigmelerinin ve daha pek çok avcı/yiyecek toplayıcının başına gelen buydu, yerlerini çiftcilere bıraktılar. Bunun tersi de oldu, çevreye uyum tecrübeleri ve yetenekleri daha fazla olan Eskimo avcı/yiyecek toplayıcıları, İskandinav kökenli inatçı ve tutucu Grönland çiftcilerinin yerini aldılar. Dünyadaki kara kitleleri arasında, yüzölçümü ve yarışan toplumlarının sayısı en yüksek olan Avrasya’ydı. En düşük olanı da Avustralya. Amerika kıtası toplam yüzölçümünün büyüklüğüne karşın coğrafik yapısı ve çevre yüzünden parçalanmış haldeydi. Gerçekte sanki birbirleriyle pek ilişkisi olmayan iki kıta gibiydi.

BEREKETLİ HİLAL(Mezopotamya) NEDEN ÇÖKTÜ?

Yöredeki dağların hilal şeklinde olması nedeniyle Bereketli Hilal adıyla da bilinen Mezopotamya Anadolu’nun güney doğusundan başlar, Dicle ile Fırat arasında, iki ırmağın birleşip Basra Körfezi’ne döküldüğü yere kadar uzanır. Grek dilinde nehirler arası demektir. Latince’de, mezo:orta-ara, potamus:nehir demektir. Mezopotamya kuzeyde El-Cezire ve güneyde Irak-ı Arap olmak üzere iki bölgeden oluşur. 

Mezopotamya haritası. Basra körfezinin(Persian Gulf) bugünkü ve antik dönemdeki kıyı çizgisi haritada belirtilmiş.
  • El-Cezire bölgesi. Dicle ile Fırat nehirleri arasında kalan yerin, yukarı kısmına verilen addır. Bu bölge yukarı ya da kuzey Mezopotamya olarak da isimlendirilir, yüksek dağ ve platolardan oluşan geniş bir yayladır. Arazi mevsimsel yağışlar ve nehirlerin getirdiği alüvyonlu topraklar nedeniyle oldukça verimlidir. Halkı hayvancılık ile uğraşmış, bölgedeki değerli ağaçları ve madenleri kullanmıştır. Köklü bir geçmişe sahip olan bu bölge dünya tarihi ve medeniyeti açısından da oldukça önemlidir. Anadolu, Suriye ve Irak üçgeni arasında kalan, verimli bir yerleşim merkezine ve stratejik öneme sahip olan El-Cezire’de İslam öncesinde Babilliler, Asurlular, Hititler, Persler, Büyük İskender, Selefkiler, Romalılar, Bizans ve Sasaniler gibi pek çok devlet hüküm sürmüştür.
  • Irak-ı Arap bölgesi. Hit ve Remadi şehirleri arasından Fırat nehri, Samerra ve Balad şehirleri arasından Dicle nehri, asıl Mezopotamya'yı meydana getiren alçak Irak-ı Arap ovasına girer. İki ırmak burada birçok kol alır ve bataklık göllerini besler. Daha sonra iki nehir birleşir ve bir delta oluşturarak Basra Körfezine ulaşır. Ova, Fırat, Dicle ve kollarının alüvyonlarının Basra körfezini doldurmasıyla oluşmuştur. MÖ 5000 yılında Basra Körfezinin, Bağdat şehrinin biraz kuzeyinden başladığı tahmin edilmektedir. Karun ve Şattülarap'ın alüvyon birikintileriyle dolu ortak deltası her 100 yılda bir 3 km güneye doğru ilerler. Güney Mezopotamya, bataklıklı alanlar ile geniş verimsiz çorak düzlüklerden oluşur. Bölgede kentler, hayatı oluşturan ve taşıyan nehirler boyunca kurulmuştur. İlk yerleşiciler sulama kanalları yaparak tarım ile uğraşmıştır.
Ürdün topraklarındaki Antik Petra şehri, UNESCO tarafından Dünya Mirası olarak seçilmiştir.

Günümüzden yaklaşık 4.000 yıl kadar önce bugünkü Ürdün topraklarında kurulan, yapılarda kullanılan taşın renginden dolayı Pembe şehir adıyla da bilinen, Nebatilerin başkenti Petra (Al Batra) şehri, yörede aşırı şekilde keçi otlatılması sonucu doğal dengenin bozulmasıyla oluşan erozyon bağlantılı çevre sorunlarına ek olarak  363 yılındaki deprem sonrası terkedilmiştir. Aynı şekilde aşağı Mezopotamya ovası tuzlanmaya başlamış, önceleri az tuzlu topraklarda arpa yetiştiren insanlar, topraktaki tuzlanmanın(çoraklaşma) ilerlemesi ile Yukarı Mezopotamya'ya çekilmek zorunda kalmışlardır. İnsanoğlu doğayı MÖ 2000 den başlayarak ciddi biçimde bozmaya başlamıştır. Petra yakınlarındaki son Ladin ormanları da I.Dünya savaşı’ndan hemen önce Hicaz demiryolu yapılırken Osmanlılar tarafından yok edilmiştir.

Mezopotamya’da suyun bolluğu, tarım değerini büyük ölçüde artırır. Anah ve Samarra'dan itibaren ırmak boyunca hurma vahaları birbirini izler. Gene de topraktan tam gelir sağlayabilmek için düzenlemeler gerekmiş ve en eski çağlardan beri barajlar ve sulama kanalları yapılmıştır. Bununla birlikte ırmakların debilerinin hızı ve taşkınlarının düzensizliği yüzünden düzenlemeler hiç bir zaman Nil vadisindekilerin mükemmelliğine erişemedi. Öte yandan Moğol istilası sırasında tahrip edilen sulama şebekesi sonrasında bir daha eskisi gibi oluşturulamadı. Bugün bölgedeki yerleşme ve tarım, eski devirlerin gerisindedir. Bölgede çok eski tarihlerden beri buğday, arpa, mısır, darı, pirinç, kış tahılları tarımı yapılır. Tahılların, meyve ağaçlarının ve sebzelerinin bir kısmı palmiyelerin altında yetiştirilir. Mezopotamya vahalarında, dünya pazarında satılan hurmaların beşte dördü yetişir. 

Babil asma bahçeleri

Evcilleştirilmiş mevcut hayvan ve bitki türlerinin toplanmış olduğu bir bölge olduğu için bir zamanlar en öne geçen Bereketli Hilal’in daha başka coğrafi üstünlüğü yoktu. Bu öncülüğün yitirilişi güçlü imparatorlukların batıya doğru kayışı olarak incelenebilir. MÖ 4000’de Bereketli Hilal devletlerinin ortaya çıkışından sonra, güç merkezleri önceleri Bereketli Hilal’de kaldı. Egemenlik Babil, Hitit, Asur, Pers gibi devletler ve imparatorluklar arasında el değiştirdi. MÖ 4. yüzyıl sonunda Büyük İskender’in Yunanistan’dan Hindistan’a kadar bütün gelişmiş toplumları Yunan egemenliği altına almasıyla birlikte güç artık bir daha geri döndürülemez bir biçimde batıya kayış yönünde ilk adımını atmıştı. MÖ 2. yüzyılda Roma’nın Yunanistan’ı ele geçirmesiyle birlikte daha da batıya kaydı ve Roma İmparatorluğu yıkıldıktan sonra bir kez daha Batı ve Kuzey Avrupa’ya kaydı.

Bugün  Bereketli Hilal ve yiyecek üretiminde dünya birincisi gibi sözler anlamsızdır. Eski Bereketli Hilal’in büyük bir bölümü bugün çöl, yarı çöl, ya da tarıma elverişli olmayan step, toprak kayması geçirmiş ya da tuzlanmış arazilerdir. Bugün petrol gibi yenilenmeyecek tek bir kaynağa bağlı olarak bölgenin bazı uluslarının zenginliği, bölgede çoktan beridir devam etmekte olan esas yoksulluğu ve kendi kendini besleme zorluğunu gözlerden saklamaktadır.

Oysa eski çağlarda Bereketli Hilal’in ve Yunanistan’da dahil olmak üzere Doğu Akdeniz’in büyük bir bölümü ormanlarla kaplıydı. Bölgenin verimli ormanlık arazilerinin, toprakları aşınmış makiliklere ya da çöle dönüşmesinin nedenlerini eski bitkileri inceleyen botanikçiler ve arkeologlar açıklığa kavuşturdular.
  • Ormanlık bölgelerde ağaçlar kesilerek tarım arazileri açılmış,
  • Kereste elde etmek, odun olarak yakmak, ya da alçı elde etmek için ağaçlar kesilmiş,
  • Yağış az olduğu, bu yüzden de (yağışla orantılı olarak) birincil üretkenlik düşük olduğu için, bitki örtüsünün yenilenme hızı özellikle çok sayıda keçinin fazlaca otladığı yerlerde yok edilme hızıyla yarışamadı.
  • Ağaç ve ot örtüsü gidince toprak kayması arttı, vadiler alüvyonla doldu,
  • Yağışın az olduğu yerlerde sulama tarımı yapıldığı için toprak tuzlandı.

Cilalı Taş Çağı’nda başlayan bu süreçler çağımıza kadar sürdü. Sonuç olarak, Bereketli Hilal ile Doğu Akdeniz toplumları ekolojik açıdan kırılgan çevre koşulları içinde var olma bahtsızlığına uğradılar. Ekolojik olarak kendi kaynaklarının tabanını yok ederek, kendi kuyularını kazdılar. En eski toplumlardan, doğudaki Bereketli Hilal’deki toplumlardan başlayarak her bir Akdeniz toplumu kendi kendini yok ederken, güç batıya kaydı. Kuzey ve Batı Avrupa bu akibete uğramaktan kurtuldu, ama orada yaşayan insanlar daha akıllı olduğu için değil, daha fazla yağış alan, bitki örtüsünün çabucak yeniden büyüdüğü daha dayanıklı bir çevrede yaşamak gibi bir şansa sahip oldukları için böyle oldu. Kuzey ve Batı Avrupa’nın büyük bir bölümü, yiyecek üretimi buralara ulaştıktan 7.000 yıl sonra hala verimli durumda ve yoğun tarıma elveriyor. Aslında Avrupa, tarım ürünlerini, hayvan varlığını, teknolojisini, yazı sistemini Bereketli Hilal’den almıştı, Bereketli Hilal daha o zamanlar önemli bir güç ve yenilik merkezi olarak kendi kendisini yavaş yavaş baltalar durumdaydı.

Efsanevi Sedir Ormanları ve koruyucusu Huwawa

Bölgenin en değerli bitki örtüsü efsanevi sedir ormanlarıydı. Piramide benzer görüntüsüyle dikkat çeken sedir ağaçları, çamgiller ailesinden olup, botanik biliminde Cedrus libani olarak isimlendiriliyor. Yaklaşık 30-40 m kadar uzayabilen, dayanıklı sedir ağacına Lübnan sediri denmesinin nedeni, bu bitkinin doğum yerinin Lübnan olmasından kaynaklanıyor. Türkiye’de Toros dağları da doğal gelişim alanları arasında. Başta Fenikeliler ve Mısırlılar olmak üzere, İspanyollar, Portekizliler ve Cenevizlilerin gemici ulus olmalarının nedeni, Akdeniz havzasında yaşamış olmaları ve sedir ağacını tanıyor olmalarından kaynaklanıyor. Eğer bu bölgelerde sedir ağaçları olmasaydı, belki de bugün ne binlerce mil kat edebilen dayanıklı gemiler yapabilirdik ne de denizleri bu kadar iyi tanıyabilirdik.

Solda Hz.İsa ile yaşıt Türkiye’nin en yaşlı sedir ağacı, sağda Mezopotamya sedir ormanlarının koruyucu Huwawa

Büyük İskender, MÖ 333 yılında 500 parçalık gemi yapımı için gerekli sedir kerestesini Toroslar'dan sağlamış. Bir zamanlar orman denizi olan Lübnan Dağları, günümüzde tamamen kıraç bir görünüme sahip,  Lübnan'da bu tahribattan günümüze ulaşan kalıntılar, en büyüğü Bischerre köyü civarında 400 ağaçlık birkaç orman artığı. Lübnan’ın sembolü sedir ağacı ve aynı zamanda bayrağını yaşlı bir sedir ağacı süslüyor. Antalya'da 5 yıl önce bulunan 25 metre boyunda, 2,62 metre çapında, çevre genişliği ise 8 metre 23 santimetre olan sedir ağacının, Türkiye'deki bilinen en yaşlı ağaç (Hz. İsa ile yaşıt olduğu söyleniyor) olduğu tahmin ediliyor.

Antik Mezopotamya dininde, Asur’daki adıyla Humbaba, ya da Sümer’deki adıyla Huwawa, Güneş tarısı Utu (ya da Anu) tarafından büyütülmüş canavarımsı bir devdir. Tanrıların yaşadığı sedir ormanının bekçisi, koruyucusudur. Yüzü aslan yüzüdür. Birisine baktığında, o artık ölümün yüzüdür. Kükremesi sel, ağzı ölüm, nefesi ise ateştir.

ÇİN ÜSTÜNLÜĞÜNÜ NEDEN KAYBETTİ

Çin’in geri kalması öncelikle şaşırtıcıdır çünkü Çin geçmişte tartışmasız üstünlüklere sahipti. Çin’de yiyecek üretimi MÖ 7500’de neredeyse Bereketli Hilal’deki kadar erken bir tarihte başlamıştı. Çok kalabalık bir nüfusu besleyen geniş ve verimli topraklara sahipti. Kuzeyden güneye, kıyılardan Tibet platosunun yüksek dağlarına kadar çeşitlilik gösteren çevre koşulları, çeşitli tarım bitkisi ve hayvanların yetişmesine, çeşitli teknolojilerin ortaya çıkmasına izin veriyordu. Bereketli Hilal’inkinden daha yağışlı, ekolojik olarak daha az kırılgan çevre koşullarına sahipti. Neredeyse 10.000 yıl sonra Çin, çevre koşullarıyla ilgili sorunları artmasına ve Batı Avrupa’nınkilerden daha ciddi olmasına karşın hala verimli ve yoğun tarıma elverişli. 

Antik pusula

Bu üstünlüklerinin yanı sıra yarışa önde başlamış olmak, ortaçağda Çin’in dünya teknolojisinde başı çekmesini sağladı. Belli başlı teknolojik ilklerin uzun listesinde kibrit, dökme demir, demir pulluk, pusula, barut, kağıt, matbaba var, at hamutu, tekerlekli el arabası, pervane daha pek çok başka şey var. MS 220 yılından önce kumaş üzerine baskılar yapılmış. Manyetik pusula 12. yüzyılda geliştirilmiş. Matbaacılık, 756’da icat edilen baskı aygıtı ile başlamış.   Çinliler baruta ek olarak Grek ateşi diye bilinen ve Bizans’ın deniz savaşlarında etkin olarak kullandığı alevli silahı, MS 900 yılında beri kullanıyordu. Negatif sayıları ilk kullanan Çinli matematikçiler oldu. Özellikle Tang Hanedanı dönemi (618 - 906) yaratıcılığın en üstte çıktığı bir dönem oldu. Çin toplumu Ming Hanedanlığının(1368–1644) sonuna kadar dünyanın bilim ve teknoloji liderlerinden biriydi. Batı dünyası ancak 17. yüzyılda Çin toplumunu bilim ve teknoloji de geçebildi.

Deprem ölçer antik sismograf

Çin’de gemi yapımı ve denizcilik

Çin siyasal güç, denizcilik, denizlerin denetimi bakımından da dünyada en öndeydi. Kolomb’un üç çelimsiz gemisi dar Atlas Okyanusu’nu aşıp Amerika’nın doğu kıyısına ulaşmadan yıllar önce, 15. yüzyıl başlarında Çin, Hint Okyanusu’nun ta öteki ucundaki Afrika’nın doğu kıyılarına, yüzlerce gemiden oluşan donanmalar göndermişti.

Çinliler 14. yüzyılda Moğolları ülkeden atıp Ming Hanedanlığını(1368-1644) kurduklarında, çok etkin bir deniz filosuna ve geniş bir ticaret ağına sahip oldular. Ming dönemi zirvesine, savaşçı Prens Zhu Di’nin 1402’de tahtı bir darbeyle ele geçirmesinden sonra ulaştı. İmparator Zhu Di tercihini, zenginliği ve büyümeyi ticarette gören hadımlardan yana kullandı ve isyan ettiğinde sağ kolu olan müslüman hadım Zheng He’yi ticaret filosunun komutanlığına atadı. Çin seddinin devamı gibi büyük inşaat projelerini finanse etti ve mucitliği destekledi. Bir değişim havası yaratmak için başkenti Nanjing’den Pekin’e taşıdı ve yasak şehri kurdu. Ülkedeki tüm bilgi birikimini toparlamak için 11,000 ciltlik bir ansiklopedi hazırlattı. Devasa bir donanma yapılması için emir verdi. 

Kaşif Amiral Zheng He (1371–1433), dev boyuttaki  gemileriyle birlikte Malezya’daki bir tapınakta resmedilmiş.

Deniz ticaretinde büyük başarılar kazanacak Zheng He kimdi? 1371 yılında Yunnan eyaletinde doğdu, asıl adı Ma He idi. Babası ve dedesi Moğol Yuan Hanedanının müslüman liderlerindendi. Ming hanedanı hükümdarlığı ele geçirince, Ma He, İmparatorun oğullarından  Prens Zhu Di’ye köle olarak verildi. Ma He, prensin hizmetinde başarı kazanıp, kısa bir sürede güvenini sağlayınca, en yakın danışmanı oldu. Prens, Ma He’nin ismini Zheng He olarak değiştirerek toplum içerisinde onurlandırıp, saygı kazanmasını sağladı, kendisi de Çin İmparatoru oldu. 

Zheng He ticaret filosu komutanlığına atandıktan sonra hayallerini gerçekleştirmek için ülkenin en iyi 20,000 zanaatkarına yalnızca gemiler değil, onları inşa edecek kuru havuzları da hazırlattı. Avrupalıların 1495 yılına kadar kullanmadıkları kuru havuzları Çin 600 yıldır kullanıyordu. Gemi denize indirilmeye hazır hale gelince havuz su ile dolduruluyor ve geminin yüzerek Yangzi Nehri’ne indirilmesi sağlanıyordu.  

Günümüzden altı yüzyıl önce güçlü Çin ticaret filosu Çin denizini geçti, Hint Okyanusu’nda Seylan adasında, Arabistan yarımadasında ve Doğu Afrika kıyılarında ticaret yaptı. Ticaret filosu, Junk adı verilen dokuz dev boyuttaki yelkenli hazine gemisi ve onlara eşlik eden düzinelerce malzeme gemisi, su tankerleri, erzak gemileri, askerleri ve atları taşıyan gemiler ve filoyu koruyan Fuchuan savaş gemilerinden oluşuyordu.  Filo da 28,000 denizci ve asker görev alıyordu. Gemilerin en büyüğünün 122 metre uzunlukta, 46 metre genişlikte olduğu söyleniyor. 87 yıl sonra Atlas Okyanusunu aşıp Amerikayı keşfeden Kolomb’un en büyük gemisi Santa Maria, 90 kişilik mürettebatı, 17 metre uzunluğu ve 9 metre genişliğiyle bunların yanıda kayık irisi gibi kalacaktı. Gemilerin geniş omurgası onaltı su geçirmez bölme perdesi içeriyordu. Su geçirmez bölme kullanımı 19. yüzyıla kadar Avrupa gemiciliğinde görülmedi. Hazine gemilerinin 3,600 ton eşya taşıma kapasitesi vardı. Yelken direklerinin sayısı dokuzu bulabiliyordu. Avrupa’lı gemilerin aksine rüzgarı arkadan almadan da ilerleyebiliyordu. Çin donanmasının bir başka benzersiz özelliği tamamen kendi kendine yetebilmesiydi. Tanker gemiler çok ihtiyaç duyulan suyu temin ediyor, büyükbaş hayvanların beslendiği gemiler müretebatın et ihtiyacını karşılıyordu. O döneme kadar uzun gemi yolculuklarının en önemli sounlarından biri kuru gıda ile beslenen tayfaların C vitamini eksikliğinden iskorbüt(diş eti çekilmesi) hastalığına yakalanmasıydı. Bu soruna çözüm olarak erzak gemilerinin bazılarında soya fasülyesi yetiştiriliyordu. Soya hem C vitamini açısından zengin hem de küçük bir alanda çok miktarda yetiştirilebiliniyordu. Bu soruna Avrupa 350 yıl daha, kaptan Cook’un seyahatlerine kadar, çözüm bulamayacaktı.

  Çinlilerin devasa gemisi Junk ve Kolomb’un gemisi Santa Maria karşılaştırılabilir ölçeklerde modellenmiş.

Deniz aşırı seyahatler için inşa edilen 120 metre uzunluğundaki gemiler dünyada ahşaptan yapılmış en büyük gemilerdi. Zheng He’nin 1404’deki ilk seyahati için Nanjing limanında 317 gemi toplanmıştı. Gemiler çok katlı büyük evler gibiydi. Bu boyutta ahşap gemilere ancak Viktorya dönemi İngiltere’sinde yaklaşıldı. Ama İngiliz gemilerinde sık sık yapısal sorunlar çıktı ve gövdesini sağlamlaştırmak için demir çubuklarla desteklenmek zorunda kalındı. Çin kaynaklarında ise gemi gövdelerinde demir destek kullanıldığına dair hiçbir bilgi yoktur.

Zheng He’nin Hint Okyanusu seferlerinin güzergahı


1962 yılında Nanjing’de Ming tersanelerinden birinde yapılan kazılarda 11 metre uzunluğunda gemi iskeleti ahşabına rastlandı. Yapılan tersine mühendislikle bu uzunlukta bir yapı elemanı olan bir geminin boyunun yaklaşık 152 metre olabileceği ortaya çıktı. 1973 yılında yapılan başka bir kazıda ise 1270 tarihinde batmış bir gemi enkazı incelendi. Batık geminin 13 su geçirmez bölmesinin olduğu ve bu bölmelerde çoğu Doğu Afrika’dan getirilmekte olan egzotik baharatlar, istridye kabukları ve güzel kokulu ağaçlar bulunduğu görüldü.

Song Hanedanlığı sırasında icat edilmiş manyetik pusulayı, ilk kez büyük denizci Zheng He, Hint Okyanusu’nda denizde ilerleyebilmek için kullandı.

Su geçirmez bölmeleri ve etkin dört kenarlı yelken teknolojisiyle rüzgara karşı seyretme becerisi de geliştirmiş Çinliler, gemi teknolojisinde ilerleyen yüzyıllarda da batının önünde oldular. Yelkenlerini aralarına yerleştirdikleri esnek ağaçlar ile pançur gibi hızla toplayıp açabiliyorlardı. Bir seferinde Zheng He, gemileriyle Hindistan yolunda ilerlerken şiddetli bir fırtınaya yakalandı. Çok zor durumda olduğunu görünce tanrıya dua etmeye başladı. Ansızın geminin direğinin ucunda ilahi bir ışık belirdi ve fırtına hafifledi. Bu semavi işaret karşısında Zheng He misyonunun doğru olduğuna ve ilahi bir koruma altında olduğuna inandı. Oysa gerçekleşen, muhtemelen Aziz Elmo ateşi (St.Elmo’s fire) ya da gemici ışığı adıyla bilinen, fırtınalı havalarda gemi direği gibi sivri uçlu yapıların tepe noktasında görülen ve genellikle parlak bir ışık noktası halinde beliren, atmosferdeki statik elektriğin boşalması olayı idi. 


1414 yılında Çin İmparatoru, incileri ve değerli taşlarıyla meşhur Basra körfezi girişinde İran’a bağlı Hürmüz adasına gidilmesini istedi. Zgeng He dönüşte İmparatora bir çift zürafa getirdi. Zürafalar Nanjing’e geldiğinde imparatorun danışmanları, ilk kez gördükleri zürafayı bir çift boynuzlarına rağmen fevkalade barış ve zenginliğin sembolü olan efsanevi tek boynuzlu at (unicorn) ile ilişkilendirdiler. Deniz filosunun tüccarlarının beraberlerinde getirdikleri ve imparatorun ayaklarının önüne serilen hazineler zenginliğin kanıtıydı. Zheng He, bir sonraki seferini doğrudan Doğu Afrika’ya yaptı. Bu seyahat sonunda Somali’den aslan, leopar, devekuşu, zebra gibi egzotik hayvanlar ve Çin atlarından daha atik olduğu anlaşılan Arap atları ile Arap dünyasından aldığı tıbbi tedavi  yönetmlerini de Çin’e götürdü. 1433’de yedinci seyahatinin sonuna doğru 62 yaşındaki Zheng He öldü ve cesedi aşığı olduğu deniz ile kucaklaştı.

İpek, porselen ve lake kaplı süs eşyalarıyla yüklü Çin gemileri Hindistan sahillerindeki limanları ziyaret ederek, taşıdıkları değerli eşyaları buralarda Arap ve Hint tacirlerle değişip, Çin Kraliyet sarayı tarafından talep edilen fildişi, baharat, ilaç ve incileri alıyorlardı.  Çinlileri bu deniz seferlerine iten asıl neden ise Moğolların karadan İpek Yolunu Çinlilere kapatmış olmalarıydı. Çinliler bu nedenle su yolarını kullanmakta ustalaşmıştı.

Bu ticaret filolarıyla 1403 den 1433 e kadar yedi sefer yapıldı. Bu ziyaretler sonucunda Taiwan’dan İnra sahillerine kadar birçok yerde Çin İmparatorluğunun denetiminde ticaret noktaları oluşturuldu. Bütün bunlar ilk Avrupalılar Afrika’nın Ümit Burnunu dolaşıp da Hint Okyanusunu keşfetmesinden 83 yıl önce oluyordu. Denizciliğe ait teknolojinin tek lideri ve sayısız başka icadın da sahibi olarak Çinliler etkilerini Hindistan ve Afrika’nın ötesine taşıma konumuna gelmişlerdi. Tarihin dönüm noktalarından birisi burada oluştu. Çin İmparatorları denizciliğe yaptıkları büyük yatırımlarına devam etselerdi, Portekiz, İspanya, Danimarka ve İngiltere yerine dünyayı onlar kolonize edecektiler. Portekizlilerin ve sonrasında İngilizlerin Çin kıyılarında limanlar kurması mümkün olmayacaktı.

Çin’de denizcilik yasaklanıyor

1424 yılında İmparator Zhu Di öldü. Muhafazakarlar tahtı ele geçirme fırsatını kaçırmadılar. Yeni imparator derhal Çin’in merkezileştirilmisini garanti altına alacak değişiklikleri yürürlüğe soktu.  Çin’de 100 seneden az bir zaman sonra denizaşırı ticaret yasaklandı. Birden çok direkli gemiyle Çin limanlarından ayrılma en büyük suç ilan edildi. 1503 yılına gelindiğinde, donanma önceki boyutlarının onda birine inmişti. Muhafazakarlar seyir defterlerini ve donanmanın seferlerine ilişkin bütün bilgileri yok ettiler. Bu şaşırtıcı politika değişikliği neden olmuştu? Çin’in ilk okyanus aşırı giden ticaret gemileri, Song Hanedanlığı döneminde (MS 960-1270) yapılmıştı. Fakat İlk emperyal ticaret filolarını kurup Sumatra, Seylan ve Güney Hindistan’da ticaret bölgeleri oluşturan, sonradan hükümdarlığı ele geçiren Yuan hanedanının (MS 1271-1368) Moğol kökenli İmparatorlarıydı. Marco Polo bu hanedan döneminde Çin sarayına ünlü seyahatini yaptığında, 300 mürettabatlı, tüccarlar için 60 adet özel kamarası, su geçirmez bölgeleri olan çok büyük dört Junk’dan(Çin Yelkenli gemisi) bahsetmişti. Moğollar ve öteki bozkır halkları tacirlere toplumda çok daha onurlu bir yer veririken, Çin’de Konfüçyüs’cü değerlendirmeyle her zaman toplumun asalakları olarak görüldüler. Bu nedenle Ming hanedanının Konfüçyüsçü düşünceyi canlandırmaları tacirlerin ve ticaretin aleyhine oldu. 

Çinli filozof Konfüçyüs (MÖ 551-MÖ 479)

Zheng He, her ne kadar Çin’e zenginlik ve güç sağladıysa ve sonradan Müslüman Endonezya’nın bazı bölgelerinde tanrı olarak kabul edildiyse de ülkedeki eğilim yurt dışı girişimlerin karşısına doğru geçiyordu.
  • Tutucu Konfüçyüs hizibi yönetimi ele geçirdi. Dünya görüşlerine göre ebeveyinleri yaşarken insanların ülke dışına gitmeleri büyük saygısızlık ve ayıptı.
  • Tacirler toplumun asalaklarıydı. Ticaret engellenmeli tarım öne çıkarılmalıydı.
  • Bu dönem ayrıca Çin’de tarımın büyük bir gelişme gösterdiği bir dönemdi. İyi sulanan topraklarda yılda iki kez ürün alınmasını sağlayan yeni pirinç türleri ekilmeye başlandı. Tarımda herşeyin iyi gitmesi Konfüçyüscü ülkünün ülkede egemen olmasını ve yaygınlaşmasını hızlandırıp kolaylaştırdı.
  • Beijing-Hangzhou Büyük Kanalı olarak da bilinen Büyük Kanalın, 1411’de yenilenmesiyle, tahıl üretiminin ülkeye dağıtımı bu kanaldan yapılmaya başlandı. Şehirler arasında, deniz yoluna göre daha güvenli ve hızlı bir şekilde ulaşım sağlanınca, okyanusa dayanıklı büyük gemilere olan gereksinim gözden düştü.
  • Ayrıca yeni bir Moğol istilası tehdidi üzerine maliyeti yüksek olan büyük gemilerin bakımına son verildi.
  • Birden çok direkli gemiyle limandan ayrılmak yasaklandı.
  • Son öldürücü darbe 1525’de tüm büyük gemilerin parçalanması emriyle geldi. Bu kararla Çin yüzyıllar sürecek içe kapanma sürecine girdi. Son yıllarda Kenya’nın kuzey sahillerine yakın Pate adasında yüzlerce yıl önce deniz kazasına uğramış Çinli denizcilerin akrabalarının yaşadığı belirlendi.
  • Soylular toplumda egemen hale gelince o ana kadar yapılan icatları egemenliklerini sürdürmek amacıyla kullandılar. Matbaa Avrupa’da reform hareketini hızla yaygınlaşmasını sağlarken burada Konfüçyüscü düşüncenin güçlenmesini sağladı. Barutta aynı şekilde isyancı yerel beylerin boyun eğdirilmesinde kullanıldı.

Niçin Vasco da Gama’nın üç çelimsiz gemisi Afrika’nın en güneyindeki Ümit Burnu’nu dolaşıp doğuya giderek Avrupa’nın Doğu Asya sömürgeciliğini başlatmadan önce Çin gemileri Afrika’nın en güney ucundan geçerek batıya gidip Avrupa’yı sömürgeleri haline getirmediler? Çin gemileri niçin Büyük Okyanus’u geçip Amerika’nın batı kıyılarını Çin sömürgesi haline getirmedi?  Kısaca niçin Çin teknolojik üstünlüğünü daha önce o kadar geri olan Avrupa’ya kaptırdı?

Çin donanmalarının sonu bize bu konuda ipucu veriyor. Bu donanmaların yedi tanesi MS 1405 ile MS 1433 arasında Çin’den yelken açmıştı. Daha sonra dünyanın her yerinde olabilecek tipik bir yerel siyaset sapması yüzünden, Çin sarayında iki hizip (hadımlarla - karşıtları) arasındaki kavga sonucu bu donanmalarının gönderilmesine son verildi. Donanmayı gönderenler ve onlara kaptanlık edenler birinci hiziptendi. Bu yüzden iktidar savaşını ikinci hizip kazandığı zaman donanma göndermeyi bıraktı. Sonunda tersaneleri kapattılar, okyanus aşırı gemiciliği yasakladılar. Bu olay insana, 1880’lerde Londra’da sokakların elektrikle aydınlatılmasını engelleyen yasayı, I. ve II. Dünya Savaşları arasında ABD’nin yalnızlaşmasını, çoğu ülkede gerçekleşen, hepsi yerel siyasal sorunlardan kaynaklanan pek çok geri adımı hatırlatıyor. Ama Çin’in farklı bir yanı vardı, çünkü bütün o bölgede siyasal birliğini kurmuş bir ülkeydi. Mutlak hakimin tek bir kararı geriye dönüşü olmayan sonuçlar doğurmuştu, çünkü o geçici kararın saçmalığına isyan edecek ülkede bir lider olmadığı gibi komşu ülkelerde de yoktu. Zaman içerisinde de yeniden tersanelerin gelişmesini sağlayacak bilgi birikimi tamamen yitirilip gitmişti.  

Avrupa siyasal olarak bölünmüşlüğün avantajını kullanıyor

Şimdi siyasal olarak parçalanmış bir Avrupa’nın limanlarından keşif gemileri yelken açmaya başladığında olan olayları Çin’deki bu olaylarla karşılaştıralım. İtalya doğumlu Kristof Kolomb önce Fransa’da Anjou Dükü’nün hizmetindeydi, daha sonra Portekiz Kralının hizmetine girdi. Dük, Kolomb’un batıyı keşfetmek için istediği gemileri vermeyi kabul etmeyince Kolomb, Güney İspanya’da Medina-Sidonia düküne başvurdu, o da kabul etmeyince Kolomb, Medinaceli kontuna gitti, o da reddedince İspanya Kral/Kraliçesi Ferdinand ve Isabella’ya başvurdu. Kolomb’un ilk başvurusunu geri çeviren kral ve kraliçe, ikinci başvurusunu kabul etti. Avrupa eğer Kolomb’un başvurduğu ilk üç hükümdardan birinin buyruğu altında birleşmiş olsaydı, treni kaçırmış, Amerika kıtalarını sömürgeleştirememiş olabilirdi.

Aslında Avrupa bölünmüş olduğu için, Kolomb Avrupa’daki yüzlerce prensten birini kendisini desteklemeye razı etmeyi beşinci denemesinde başarabildi. İspanya, Amerika kıtalarında Avrupa sömürgeleri, kurmaya başlayınca öteki Avrupa devletleri İspanya’ya akan serveti gördüler ve altı tanesi daha Amerika’da sömürge kurma girişimine katıldı. Avrupa’da elektrikle aydınlanma, top, matbaa, küçük ateşli silahlar, sayısız başka yenilik konusunda da hep böyle oldu. Her biri önce ilgisizlikle karşılandı ya da özel nedenler yüzünden Avrupa’nın bir yerinde ona karşı çıkıldı ama bir yerde benimsendikten sonra Avrupa’nın geri kalan yerlerine hızla yayıldı.

Çin’in yanlış adımları

Avrupa’nın birleşmemiş olmasının sonuçları Çin’in birleşmişliğinin sonuçlarıyla tam bir karşıtlık oluşturuyor. Çin sarayı zaman zaman okyanus aşırı gemiciliğin yanı sıra başka işleri de durdurma kararı aldı. Suyla işleyen ileri teknoloji ürünü bir iplik eğirme makinasını geliştirmeyi bıraktı. 14. yüzyılda bir sanayi devriminin eşiğinden döndü, saat yapımında bütün dünyaya öncülük ettikten sonra mekanik saatleri bıraktı. 15. yüzyıl sonlarından itibaren mekanik aletlerden ve genel olarak teknolojiden geri adım attı. Birlik kurmuş olmanın ilerisi için bu zararlı etkileri günümüz Çin’inde, özellikle 1966-1976 yılları arasında Kültür Devrimi çılgınlığı sırasında birkaç önderin aldığı bir kararla, ülkenin tüm okulları beş yıl kapalı kaldı. Sonrasında ilk ve orta okullar açıldı ama üniversiteler 1972’den önce açılmadı. Temel eğitime önem verildi, okul süresi azaltılıp kalitesi düşürülerek yaygınlaştırıldı.    

Çin’de sık sık kurulan birliklerin ve Avrupa’nın sürekli bölünmüşlüğünün uzun bir tarihi var. Bugünkü Çin’in en verimli bölgeleri, ilk kez MÖ 221 yılında birlik kurmuşlardı ve o zamandan beri çoğunlukla birliklerini korudular. Okuryazarlık başladığı günden beri Çin’in tek bir yazı sistemi oldu, uzun süredir tek bir egemen dili ve 2.000 yıldır dayanaklı bir kültür birliği var. Oysa Avrupa’nın siyasal birlik kurmakla uzaktan yakından bir ilgisi olmadı. 14. yüzyılda hala 1.000 tane bağımsız devletçik vardı, MS 1500’de 500 devletçiğe bölünmüş haldeydi, 1980’lerde devlet sayısı 25’e indi, şimdi devlet sayısı 50’yi buluyor.  Avrupa’da hala 45 dil konuşuluyor, herbirinin kendisine göre değişiklik geçirmiş alfabesi var, kültür farklılıkları daha da fazla.

Tek bir birlik mi, çoklu bölünmüşlük mü toplumları ileri götürüyor.

Çin’in siyasal ve teknolojik üstünlüğünü Avrupa’ya kaptırışını anlamaktaki asıl sorun, Çin’deki müzmin birlik ile Avrupa’daki müzmin bölünmüşlüğü anlamak sorunudur. Bunun yanıtı da coğrafya haritalarında gizlidir. Avrupa kıyıları çok girintili çıkıntılıdır, yalıtılmış bakımından adalardan pek geri kalmayan Yunanistan, İtalya, İberya, Danimarka, İsveç/Norveç gibi beş tane büyük yarımadası var, hepsinin de bağımsız dilleri, etnik grupları, yönetimleri var. Çin’in kıyıları ise çok daha düz, yalnızca Çin’e yakın Kore yarımadası ayrı bir önem kazanmış durumunda. Zaten orası da Çin’den kopuk. Avrupa’nın, siyasal bağımsızlığını kabul ettirecek, kendi dillerini, etnik varlıklarını sürdürecek kadar Britanya ve İrlanda gibi iki büyük adası var. Bunlardan Britanya büyük ve bağımsız bir Avrupa gücü haline gelecek kadar Avrupa’ya yakın. Ama Çin’in en büyük iki adasının, Tayvan ve Hainan’ın her birinin yüzölçümü İrlanda’nın yarısı kadar. Son 30 yılda Tayvan ortaya çıkana kadar ikisi de büyük ve bağımsız bir güç değildi.


Japonya, coğrafi yalıtılmışlığı yüzünden, siyasal olarak da Asya anakarasından yalıtılmıştı ama Britanya, Avrupa anakarasından o kadar yalıtılmış değildi. Avrupa Alpler, Pireneler, Karpatlar, Norveç sınırını oluşturan yüksek dağlarla bağımsız dilsel, etnik, siyasal birimlere bölünmüştü, oysa Çin’de, Tibet platosunun doğusundaki dağlar o kadar aşılmaz duvarlar oluşturmuyor. Çin’in doğusuyla batısı, üzerinde yolculuk edilebilir, zengin alüvyonlu vadilerden geçen Yangtze ve Sarı Irmak’la tam ortadan birbirine bağlanmıştır. Özellikle son dönemlerde inşa edilmiş kanallarla bu iki ırmak arasındaki bağlantılar kuzey ile güneyi de birleştirmektedir. Bunun sonucu olarak Çin’e çok erken bir tarihte birbirlerinden kesin çizgilerle ayrılmamış ve sonunda tek bir çekirdek halinde birleşmiş olan iki büyük, son derece verimli coğrafi çekirdek bölge egemen olmuştur.

Avrupa’nın en büyük iki ırmağı Ren ile Tuna daha küçüktür ve Avrupa’nın çok daha az bölgesini birbirine bağlar. Çin’dekinin tersine Avrupa’da çok daha fazla sayıda ve dağınık durumda küçük çekirdek bölgeler bulunur, bunların hiçbiri ötekilere uzun süre egemen olabilecek kadar büyük değildir, her biri de müzmin bağımsız devletlerin merkezidir.

Çin MÖ 221’de bir kez birleştikten sonra Çin’de bağımsız olarak ortaya çıkma ve uzun süre yaşama şansına sahip olan başka bir devlet olmadı. Birliğin bozulduğu dönemler yine oldu ama sonunda birlik yine kuruldu. Oysa Avrupa Şarlman, Napolyon, Hitler gibi kararlı fatihlerin birlik kurma girişimlerinin hepsine direndi. Hatta Roma İmparatorluğu gücünün zirvesindeyken bile Avrupa’nın yarısından fazlasını asla denetleyemedi.

Dolayısıyla coğrafi bağlantıların iyi olması, iç engellerin çok olmaması başlangıçta Çin’e bir üstünlük sağlamıştı. Kuzey Çin, Güney Çin, kıyılar, iç bölgeler farklı tarım bitkileriyle, hayvan varlığıyla, teknolojileriyle, kültürel özellikleriyle sonunda birleşen Çin’e katkıda bulundular. Örneğin, darı ekimi, bronz teknolojisi, yazı Kuzey Çin’de ortaya çıktı; pirinç ekimi ve dökme demir teknolojisi Güney Çin’de. Ama Çin’in bir dönem kendisine avantaj yaratan bağlantılılığı daha sonra bir sakıncaya dönüştü, çünkü diktatörün aldığı bir karar, yenilikleri engelleyebiliyordu ve pek çok kez engelledi de. Bunun tam tersine Avrupa’da birbiriyle yarışan ve birer yenilik merkezi haline gelen onlarca ya da yüzlerce küçük bağımsız devletçiğin ortaya çıkmasına yol açmıştı. Devletlerden biri bir yeniliğe ilgi duymuyorsa diğeri duyuyordu ve böylece komşu devletleri de aynı şeyi yapmaya zorluyordu, yapamayanlar yenik düşüyor ya da geri kalıyorlardı. Avrupa’daki coğrafi engeller siyasal birleşmeyi önlemeye yetecek nitelikteydi ama teknolojinin ve düşüncelerin yayılmasını durduracak nitelikte değildi. Çin’deki gibi Avrupa’nın bütün yeniliklerin musluğunu kapatacak tek bir despot olmadı. Bu karşılaştırmalar bize teknolojinin gelişimini coğrafi bölgeler arası bağlantılığın hem olumlu hem de olumsuz yönde etkilediğini gösteriyor. 
   
Kuşkusuz Avrasya’nın farklı bölgelerinde tarihin farklı rotalar izlemesinde başka etkenlerin de rolü oldu. Örneğin, Orta Asya’nın hayvancılık yapan atlı göçebelerinin sürekli olarak barbarca istilalarına uğrama tehdidi Bereketli Hilal, Çin ve Avrupa için aynı derecede değildi. Büyük Çin seddi bu tehditler yüzünden yapılmadı mı? Bu atlı göçebe topluluklardan biri olan Moğollar, sonunda İran’ın ve Irak’ın eski sulama sistemlerini tahrip etti ama Asya göçebelerinin hiçbiri Macar ovalarının ötesine geçip Batı Avrupa ormanlarına yerleşmeyi başaramadı. Sadece Hunlar Macaristan’a kadar gelebildiler.

Çevresel etmenler arasında Bereketli Hilal’in coğrafi olarak ortada, Çin ile Hindistan’ı Avrupa’ya bağlayan ticaret yollarının denetimini elinde tutabilecek bir yerde bulunması, Çin’inse Avrasya’nın öteki ileri uygarlıklarından çok uzakta bulunmaktan dolayı bir kıtanın içinde fiilen dev bir adaya dönüşmesi de var.

Bereketli Hilal’in ve Çin’in tarihinden çağdaş dünya için çıkarılacak dersler de var: Koşullar zaman içerisinde değişir, geçmişteki üstünlük gelecekteki üstünlüğün güvencesi değildir. Günümüzün teknoloji dünyasında artık coğrafi engeller eskisi gibi bir duvar değil. Internet aracılığıyla bilgi hemen her yere yayıldığı gibi, kargo uçakları herşeyi bir günde dünyanın öbür ucuna taşıyabiliyor. Dünyadaki halklar arasındaki yarışmada yeni kurallar ile birlikte yeni oyuncular da ortaya çıkıyor. Tayvan, Kore, Malezya, Japonya bunlara örnek.

Geçmişin liderliği günümüzde de fark yaratıyor

Ama geçmişte teknolojik algının farklı uygulamaları da oldu. ABD’de Bell laboratuarında 1947’de icat edilen transistor 10.000 kilometre uzağa sıçrayıp Japonya’da elektronik endüstrisini başlattı ama daha yakın bir yerde Zaire ya da Paraguay’da yeni endüstrilerin kurulmasına yol açmadı. Yeni bir güç haline gelen ülkeler, yine binlerce yıl önce yiyecek üretimine dayanan eski üstünlük merkezlerinin parçası olmuş ya da o merkezlerden gelmiş insanlarla nüfuslarını yenilemiş ülkelerdir. Zaire ve Paraguay’ın aksine Japonya ile diğer ülkeler transistörü hemen çabucak kullanabildiler çünkü onların uzun bir okuryazarlık, makine ve merkezi yönetim geçmişi vardı.

Dünyanın en eski iki yiyecek üretim merkezi Bereketli Hilal ile Çin etkiledikleri komşu ülkeler (Japonya, Kore, Malezya, İsrail, Avrupa) aracılığıyla ya da geçmişte göçmenlerinin yerleştiği ülkeler (ABD, Avustralya, Brezilya) aracılığıyla bugünkü dünya da hala egemenliklerini sürdürüyorlar. Sahra altı bölgesi Afrikalıların, Avustralya yerlilerinin, Amerikan yerlilerinin dünya egemenliği olasılıkları belirsiz. İnananların kader diye tanımladığı doğanın MÖ 8000’deki seyrinin baskısı hala üzerimizde.

Peki öyleyse Bereketli Hilal ve Çin binlerce yıllık önderliği niçin yarışa daha geç başlamış olan Avrupa’ya kaptırdılar? Avrupa’nın yükselişinin ardındaki nedenler arasında, bir tüccar sınıfının, kapitalizmin gelişmiş olmasını, icatların patent haklarının korunmasını, mutlak despotların üretilmemiş, ezici vergilerin konmamış olmasını, Yunan dini-Yahudi-Hiristiyan geleneği olarak eleştirel deneysel araştırma mirasına sahip olmasını sayabilirsiniz.

Toplumdan topluma insan kültürlerinin özellikleri büyük farklılık gösteriyor. Bu kültürel farklılıkların bazıları hiç kuşkusuz çevresel farklılıkların ürünü. Ama bazıları da tesadüflerin eseri. Dünya kültür tarihi böyle tesadüflerle dolu. Örneğin genelde Q klavye olarak bilinen QWERTY klavye birçok alternatif arasından tesadüfen seçildi. QWERTY klavyedeki soldan üst sıradaki altı harfin bileşiminden oluşur. Bu klavye 1873’te bir karşı mühendislik tasarımıydı. Daktilo yazanları alabildiğince yavaş yazmaya zorlamak için olmadık hilelere başvurulmuş, en çok kullanılan harfler klavyenin her sırasına dağıtılmıştı. Sağ elini kullanan büyük çoğunluğunun zayıf sol elini kullanmak zorunda bırakacak şekilde sol tarafta toplanmıştı. Verimliliğe aykırı bu tasarımın altında yatan neden 1873’te daktilo kullanıcılarının yan yana iki tuşa art arda hızla bastıklarında harflerin bağlı olduğu tellerin birbirlerine karışmasıydı. Bu yüzden daktilo üreticileri insanları yavaşlatmak zorundaydı. Daktilo teknolojisi ilerleyince 1932 yılında yeni tasarımdaki klavyelerle yazı yazma hızının iki katına çıktığı ve harçanan çabanın %95 azaldığı kanıtlanmıştı. Ama QWERTY klavye o kadar yayılmıştı ki bi daha değiştirmek mümkün olmadı. Mekanik daktilolardan elektronik daktilolara oradan bilgisayara geçildi ama Q klavye hep kaldı. 

QWERTY ve Dvorak klavyelerinde ellerin kullanım oranları ve harflerin yerleşimi

QWERTY klavyenin seçilişi ise 1888 yılında daktilo da yazı yazma yarışmasında QWERTY klavye kullanan yarışmacı bayanın diğer tip klavye kullanan diğer yarışmacıyı fena halde yenilgiye uğratması yüzünden olmuştu. Hayat bazen böyle tesadüflere bağlıydı. ABD’nin QWERTY klavyesi yerine Avrupa ve Japonya daha kullanışlı olan Dvorak klavyesini kabul etseydi acaba Amerikan teknolojisi nasıl etkilenirdi. Mezoamerikalıların yaygın kullanılan ve 20 sayısına dayanan sayı sistemi yerine, Sümerlerin 10’a değil 12’ye dayanan sayı sisteminin kabul edilmesinin gerisinde kimbilir geçmişte kalıp unutulmuş ne enteresan neden yatıyordu. 

Çevresel faktörleri genişletmekte mümkün. Hindistan’ın teknolojik gelişimini baltalamış katı sosyo ekonomik kastlarına zemin hazırlayan bir çevresel etki varmıydı? Benzer olarak Çin toplumunun kültürel tutuculuğuna ve Konfüçyüs felsefesine zemin hazırlayan neydi? Başkalarını kendi dinine çevirme dini olan Hiristiyanlık ve Müslümanlık niçin Çinliler arasında değil de Avrupalılar ve Batı Asyalılar arasında sömürgeciliğin ve fetihlerin itici gücü oldu?

Çevresel etkiler toplumlara yön verdiği gibi zaman zaman da bireyler yaptıkları ya da yapamadıklarıyla toplumlara yön vermiştir. 20 Temmuz 1944’te Hitler’in bir suikast girişiminden kıl payı kurtulması ile aynı anda Berlin’de yapılan ayaklanma dikkat çekici bir örnektir. Her ikisi de Alman Rus savaşı sırasında savaşın kazanılamayacağına inanan ve barış özlemi çeken Almanlar tarafından planlanmıştı. Eğer toplantı salonuna, masanın altına yerleştirilen saatli bomba dolu çanta, biraz daha Hitler’e yakın bir yere konmuş olsaydı ve II.Dünya savaşı sona erseydi Doğu Avrupa haritası mutlaka farklı olurdu.

Daha az bilinen bir trafik kazası vardır. 1930 yazında Hitler iktidarı ele geçirmesinden iki yıl önce, Hitler bir arabanın azrail koltuğunda (sağ ön koltuk) otururken araba dev bir treyler ile çarpıştı. Treylerin şöförü, Hitler’in otomobilini çğneyip geçmemek için  son anda kazık fren yaptı.  Eğer treyler şöförü bir saniye geç fren yapsa muhtemelen Dünya tarihi başka türlü yazılacaktı. Hitler gibi başka kişiler de geliyor insan aklına: Büyük İskender, Augustus, Lenin, Martin Luther, İnka İmparatoru Pachacuti, Atilla, Cengizhan vb.. Tarihçi Thomas Carlyle’ye göre ‘Evrensel tarih, insanın bu dünyada neler başardığının tarihi, temelde dünyada başarılı olmuş Büyük Adamların tarihidir’.
Tıpkı kültürlere özgü tuhaflıklar olduğu gibi bireylere özgü tuhaflıkların da tarihin seyrini değiştirme olasılığı vardır. Büyük Adam kuramının en ateşli savunucuları bile tarihin genel seyrini birkaç Büyük Adam ile açıklamakta zorlanacaktır. Belki Büyük İskender, Batı Avrasya’nın zaten okur yazar, zaten yiyecek üreticisi, zaten demir teknolojisine sahip devletlerinin tarihsel gelişimine destek vermiş olabilir ama diğer topraklarda yaşayan avcı/toplayıcı toplumlara bir katkısı olamazdı.

BİLİMİN BAYRAK YARIŞI

Antik çağdan günümüze kadar bilim, çeşitli toplumların dönemsel liderliğinde bir bayrak yarışıyla bugüne geldi. MÖ 100 ile MS 750 arasındaki bilimin gelişmediği Roma ve Bizans İmparatorlukları dönemi dışında her dönemde bir toplum önderliği ele aldı ve bilimin gelişmesine katkıda bulundu.  


Tarih boyunca bilimin seyir defteri

Antik Bilim, Bereketli Hilal, Mısır, Çin ve Hindistan’da doğdu (MÖ 8500 - MÖ 575)

Antik bilimin, Bereketli Hilal, Mısır, Çin ve Hindistan gibi tarımın ileri gittiği, önemli nehirlerle beslenen bölgelerde ortaya çıkmış olması şaşırtıcı mıdır? İnsanoğlu tarım yaparak ileriki günlerin yiyeceklerini depolamayı öğrendikçe, kabile içinde işi tarım olmayan uzmanlar oluşmaya başladı. Önce din adamı ya da şef olarak görev yapan bu kişilere sonradan zanaatkarlar, tam zamanlı askerler de katıldı. Ama bu uzmanların sayılarının artabilmesi için toprağın veriminin yüksek olması gerekiyordu. Bu verimlilik de, o dönemde nehirlerin getirdiği alüvyonlu topraklardan sağlandı. Tarımın verimi arttıkça toplum içerisindeki uzmanlaşmada arttı. Yalnız tek başına verimli toprak ve su yeterli değildi. Bölgede aynı zamanda evcilleştirmeye uygun bitki türlerinin ve hayvanların da bol miktarda bulunması gerekiyordu. Bereketli Hilal, Mısır Nil deltası, Çin’in büyük ırmaklarının, Hindistan Ganj nehrinin etrafı sözünü ettiğimiz özellikleri bünyesinde barındıran yerler olduğu için, ilk tarım ve hayvan evcilleştirmesi buralarda başladı. Yüksek verim sayesinde toplum içerisinde uzmanlaşmalar çeşitlendi. Dolayısıyla antik bilim de bu bölgelerde yeşerdi. 
 
Antik birçok ulusta çok erken tarihlerde, matematiksel etkinlikler görülmektedir. Antik Mısırlılar, MÖ 4200 yılında 365 günlük bir takvim üretmiş oldukları gibi, MÖ 3100 yılı tarihli bir gürzde sayısal olarak milyonları ifade etmek için bir sistemin kullanıldığı görülmüştür. MÖ 3000’de Sümerlere ait, MÖ 2000’de Akad ve Babillilere ait, MÖ 1000’de Asurlulara ait matematik çalışmaları gözlenmiştir. Sümerliler, antik Mısırlıların kullandığına benzer 12, Babilliler 60 tabanlı  bir sayı sistemi kullanmıştır. Mezopotamya'da matematiksel gelişimden yararlanılarak gezegenlerin döngülerine, pozisyonlarına dair hesaplamalar yapılmaktaydı.

MÖ 3000’de Hint yarımadasında da matematikle uğraşıldığı ve astronomiyle ilgili matematiksel hesapların yapıldığı bilinmektedir. Antik çağlarda ayrıca biyolojiyle birlikte tıbbi çalışmalar da yapılmış, Çin, Mısır ve Hint yarımadasındaki çeşitli uygarlıklar farklı şifalı bitkileri belirli tıbbi ve anatomik sorunlar için kullanmışlardır. Tıbbın yanı sıra, kimya, coğrafya ve jeoloji gibi bilimler ile takvimsel ihtiyaçlara karşılık verecek astronomi faaliyetleri Çin'de de önemli ölçüde gelişmiştir. Teknolojik gelişimin yanı sıra bilimsel etkinliklerin özellikle MÖ 2500 yılında itibaren ivme kazandığı tespit edilmiştir. Bunun özellikle Piramitler, Stonehenge(İngiltere), Babil Kulesi gibi mimari de birçok örneği bugün de görülebilir. Büyük yapılar gelişmiş matematik bilgileri olmaksızın yapılamayacak anıtlardır.

Modern Bilim Ege kıyılarında başladı (MÖ 575 - MÖ 400)

Antik Bilim diyebileceğimiz çalışmalar tarımın ilk geliştiği bölgelerde gelişmesine rağmen bugünkü anlamda modern bilim Ege kıyılarında başlamıştır. Bilimin ilk olarak İyonya’da, Grek kültürünün egemen olduğu İyon koloni şehirlerinde(Miletos, Samos, Efes), Ege kıyılarında gelişmesinin birçok nedeni vardır:
  • Yunanlılar  ve İyonyalılar denize açılan, merkezi olmayan ekonomiye sahip, şehir-devletlerde üst sınıf vatandaşlarca yönetilen insanlardı.
  • Miletos, Efes ve Samos gibi İyon şehir-devletleri ticaretten zengin olmuştu ve önemli ticaret yollarının kesiştiği noktada idiler.
  • İyon halkı, ticaret nedeniyle birçok farklı toplum ile iletişim halindeydi.
  • İyon halkı özgür düşünceye sahipti ve en önemlisi baskı rejimi ile yönetilmiyordu.
  • Ege sahillerinde her ne kadar popüler bir din yaygınsa da, katı organizasyona sahip din hiyerarşisi yoktu. Babil ve Mısır’da gerçekte dini liderlerin elinde olan bilim, İyonya’da ve Yunanistan’da sıradan insanların elindeydi.

Miletos şehrinin hayali çizimi

Bütün bunlar felsefi düşüncelerin özgürce ifade edilmesini sağladı. Yaradılış kuramı, bölgede etkin olan Yunan dininde yoktu. Bilim bir anlamda, başlangıç hakkında kuramlar üreterek, dinin rolünü oynamaktaydı. Küçük Asya’dan yani İyonya’dan başlayan bilimsel düşünme, daha sonra Yunan adalarına ve İtalya’nın güneyindeki Yunan kolonilerine kadar uzandı. İlk biliminin materyalist olduğu görülmektedir. Leucippus ve Democritus gibi atomist düşünceyi geliştirenler, madde tarafından şekillendirilmeye inandılar. Pluton okulundan etkilenen Pythagoras’cular, bilimsel düşünceyi daha metafizik yöne çevirdiler.

Bilim İyonya’dan Atina’ya kaçırılıyor (MÖ 400 - MÖ 300)

İlk filozoflar Ege sahillerindeki İyon şehirlerindendir. Miletos, tarihçi Heredotos’un memleketi olan Halikarnasos’dan(Bodrum) uzak değildi. Samos(Sisam),  Efes hepsi birbirlerine yakın şehirlerdi. Bilim işte bu bölgede MÖ 6. yüzyılda doğup gelişmişti.

MÖ 6. yüzyılının sonu ile 5. yüzyılın başında Persler Anadolu’yu işgal ettiler. Denizci bir toplum olmayan Persler müttefikleri Fenikeliler aracılığıyla Ege sahillerini kontrolleri altına almışlardı. Miletos şehri Perslilere karşı ayaklanma çıkarmasına rağmen Atina destekli deniz filoları Perslerin müttefiki Fenike donanmasına mağlup oldu. Pers işgali sonrasında doğudan batıya, Yunanistan’a, Sicilya’ya, Güney İtalya’ya göç başlamıştı. Göçenler arasında bilim adamları da vardı. Bunlar beraberlerinde papirus tomarlarını, haritalarını da götürüyorlardı. Bilim Anadolu’dan Yunanistan’a kaçırılıyordu. Atina ve Spartalıların Pers zaferinin ardından Yunanistan’a refah geldi. 5. yüzyılda gemiler artık Miletos’a değil Atina’ya geliyordu. Batı Anadolu’dan kaçan bilim adamları da yeni vatanlarını bulmuşlardı. Önceleri Atina’yı soylu kişiler yönetirken sonradan bunlar devrilip iktidardan uzaklaştırıldılar. Bütün devlet işlerine Halk meclisi bakmaya başlamıştı. Halk meclisi, tüccar, zaanatkar ve gemi sahiplerinden oluşuyordu. Eski soylu ailerin, beylerin torunları da artık ticaretle uğraşmaya başlamıştı. Kar hırsı herkezi sarmıştı. Şehrin merkezi Akropol değil, Agora olmuştu.

Atina Akropolis. Akropolis yukarıdaki şehir demektir. İlk olarak cilalıtaş döneminde yerleşildi. İçindeki önemli yapılar Parthenon (Athena Parthenos Tapınağı), Propylaion (şehre giriş kapısı), Eski Athena tapınağı, Erekhtheion (Athena ve Poseidon adanmış) tapınağı.

Dönemin filozoflarından Pluton’un(Eflatun) görüşleri Hiristiyanlık ve İslam felsefelerini derinden etkilemiştir. Pluton’un anlattıkları doğu ve batı halklarının eski inançlarının bir senteziydi. Bu hikayeleri bir kral torunu, köleliği savunan bir aristokrat olan Pluton anlatıyordu. Ve bu masal ne gariptir ki kölelerin ve yolsulların tesellisi oluyordu. Yeryüzünde kurtuluş umudunu yitirenler bunu gökte(dinlerde) aramaya başlamışlardı. Çok eskiden bilimle din bir bütündü. Sonraları bilim dinden ayrılarak kendi yolundan yürüdü ve büyük başarılar elde etti. Pluton bunları yeniden birleştirmek istedi. Mevcut olan herşeyin temelinin idealar olduğunu, doğanın da idealar dünyasının sadece bir bölgesi olduğunu savunarak idealizmin temelini atmıştı. Felsefede bugün de devam eden idealizm ve materyalizm kavgası Pluton zamanında başlamıştı. Engels’in deyişiyle ruhun tabiattan önce var olduğunu iddia edenler idealizm kampını meydana getiriyordu. Doğayı ilk unsur sayanlar ise materyalizm kampını. Aslında Pluton öbür dünya hakkında masallar anlatan biriydi. İnsanları, öbür dünyada çektikleri sıkıntının ödülünü alacaklarına inandırmaya çalışıyordu. Pluton daha da ileri giderek Demokritos’un izinden gidenler idam edilmeli, vatandaşlıktan çıkarılmalı gibi dünyevi cezaları da uygun buluyordu. İdealizm ile materyalizmin savaşı başlamıştı.

Antik Yunan döneminde önemli bilimsel gelişmeler sağlanmışdı. O günkü birçok buluş, bugün hala geçerliliğini korumaktadır. Archimedes’in ve Eukleides’in buluşları buna birer örnektir. Bütün bu bilimsel gelişmeye karşın, teknolojinin, mühendisliğin aynı paralelliği gösterdiği söylenemez. Bunun en büyük nedeni, antik çağın büyük çapta köleliğe dayalı olmasıdır. Ucuz iş gücünün varlığı, yapılan işleri kolaylaştırma yönündeki isteği köreltmiş, teknolojik gelişmeler, bilimsel gelişmelerin çok gerisine kalmıştır.

Bilim eski yurdu Mısır İskenderiye’ye dönüyor (MÖ 300 – MÖ 100)

Bilim İyonya ve Yunanistan’da gelişti. Demokritos ve Aristoteles bilimi o zaman kadar görülmemiş bir seviyeye yükseltiler. Yüzyıllar sonra bilim eski yurduna, Mısır’a döndü.

İskenderiye’deki Muzeum adı verilen kütüphane ve bilim yuvası, I.Ptolemy(MÖ 323–283) ya da oğlu II.Ptolemy(MÖ 283–246) döneminde kurulmuştu.

Atina’da köle kullanımı yaygınlaşınca emek hor görülmeye, köle işi olarak algılanmaya başlandı. Yunan medeniyetinin egemen olduğu Büyük İskender’in kurduğu İskenderiye’de ise zanaatçılar hala kendi çocukları ve ücretli işçilerle çalışıyorlardı. Köle kullanımı çok sınırlıydı. Bilim adamları da gayretliydi, MÖ 280’lerde İskenderiye’deki Muzeum gerçek bir bilim akademisiydi. Birçok bilim adamı bu kez İskenderiye’ye toplanmıştı. Akademisyenler arasında uzmanlaşma başlamıştı. Eukleides burada ders vermişti. Archimedes matematiği burada öğrenmişti.

Romalılar döneminde bilim duraklama devrine giriyor (MÖ 100 - 476)

MÖ 146’dan itibaren, her ne kadar Yunan gelenekleri sürdüyse de, Mısır dışında Akdeniz’in tamamı Roma egemenliğine geçti. Romalılar bilime karşı olmamalarına rağmen, bilim Roma egemenliği altında gelişemedi. Ünlü Roma Diktatörü Julius Caesar, MÖ 48’de Mısır’a kaçan kaçan Pompey’i cezalandırmak için  İskenderiye’ye yaptığı sefer sırasında, limandaki donanmayı yaktırınca, 900.000 el yazmasıyla Antikçağın en zengin dermesine sahip, limana yakın İskenderiye kütüphanesi de kül olmuştu. Özellikle MS birinci yüzyıldan sonra yönetim şeklinin imparatorluğa dönüşmesiyle birlikte Romalılar’da bilim daha da geriledi. Geçmişe baktığımızda bilimin özgürlüğün ve demokrasinin yerleştiği toplumlarda geliştiğini görüyoruz. Baskıcı yönetimler ve dinin yönetimde egemen olduğu toplumlarda bilim gelişmemiş, geriye gitmiştir.  

Batlamyus’un dünya haritası

Roma hakimiyetinden sonra bilimin gelişmesinin yeniden Büyük İskender’in kurduğu ve Yunan medeniyeti ile yoğrulmuş İskenderiye’de devam ettiği görülmektedir. İskenderiye şehrinde yaşamış Batlamyus (MS 85-MS165), Dünyanın yuvarlak olduğuna inanmış ve dünya haritası çizmişti. Yalnız başlangıç meridyenini doğru olarak belirleyemediği için, haritasında vermiş olduğu koordinatlar ve  Dünya’nın büyüklüğü hakkındaki tahmini hatalıdır. Ancak Batlamyus’un haritasını kullanan Kristof Kolomb bu yanlış tahminden cesaret alarak Batı'ya doğru gitmiş ve Kuzey Amerika adalarına ulaşmıştır. Dünyanın çevresinin ekvator çizgisinde 46,300 kilometre olduğu Antik Mısırlılar döneminden beri kesin olarak biliniyordu. Ama Kolomb yaptığı 18,520 kilometrelik yanlış hesaplama ile bu dünyanın çevresinin  27,780 kilometre olduğuna inandı. Zaten bu hatalı tahmini nedeniyle İspanya-Hindistan arasındaki mesafenin 3,860 km olduğuna destekçilerini bir türlü ikna edememiş ancak beşinci teşebbüsünde başarılı olmuştu.  

Doğu Roma (Bizans) döneminde bilim gerilemeye başlıyor (476 – 750)

MS 3. yüzyıldan sonra İskenderiye’deki Helenistik bilim iyice inişe geçmiştir. Bu durum, MS 395’te Roma imparatorluğu’nun doğu ve batı diye ikiye ayrılması ve Helenistik dünyanın, Doğu Roma(Bizans) İmparatorluğu’nun parçası haline gelmesi ile iyice kötüleşti. Hıristiyan kilisesinin yükselişi de bilimin gelişmesinde olumsuz rol oynamıştır. Kilise öğretisinin deneysel bilgiye karşı çıkması, bunun önemli nedenlerinden biridir. Platon’cu anlayıştan etkilenen Hiristiyan din adamı Piskopos Aziz Augustine’nin (MS 354-330), bütün doğal olayların ruhsal amaç içerdiği yönündeki öğretisi, doğaya bakışı derinden etkilemiştir. Bilimi dinsel inanışla olumsuz olarak ilişkilendirilmesi, İskenderiye’deki Serapis Tapınağı kütüphanesinin Ortodoks Patrik Theophilus tarafından MS 390’da yaktırılmasına ve matematikçi Hypatia’nın MS 415’de İskenderiye piskoposu Aziz Cyril tarafından öldürülmesine yol açtı. İskenderiye’deki Serapis kütüphanesi, Büyük İskenderiye Kütüphanesi, Sezar tarafından yaktırılınca oluşturulan yeni kütüphaneydi. Yunanlılar özgün sanatçı ve bilim insanıydı, Romalılar ise sanatı kopyalayarak çoğaltan ama bilimi mühendisliğe dönüştüren bir toplumdu. Romalılar döneminde temel bilimlerde dikkate değer bir ilerleme olmadı.

MS 529’da Bizans İmparatoru Justinian İstanbul’da yeni bir Akademi kurunca, İstanbul dışındaki denetleyemediği antik çağın büyük öğrenim merkezleri Academy ve Lyceum’ı kapattı. İskenderiye Bilim Enstitüsü (Museum) yıkıldı. Bunların etkisiyle Avrupa’daki bilimsel etkinlikler hemen hemen tümüyle durdu. Hellenistik dönem ile Rönesans arasında kalan boşluğun, MS 750 ile MS 1300 arasında gelişen İslam kültürü tarafından doldurulduğu görülmektedir.

Ortaçağın lideri tarışmasız Çin (600-1600)

Antik çağın bilimsel öncülerinden olan Çin, çeşitli hanedanların elinde çok uzun süreler boyunca baskıcı imparatorluklar ile yönetildiği için bilimsel liderliği uzun süre koruyamadı. Hiristiyanlığın en aktif olduğu dönem olan Ortaçağ’da, batı koyu bir taasub içerisindeyken, başa gelen Hanedanların da doğru stratejileriyle liderliği bir kez daha ele geçirdiler. Çinliler daha önce belirtildiği gibi bu dönemde çok önemli buluşlara imza attılar. Belkide Dünyaya hükmedip, emperyalist bir politika izleyecekken değişen İmparatorların hatalı stratejik kararlarıyla yeniden kabuklarına çekildiler. Çin’in bu zikzaklı çizgisinin arkasında Konfüçyüz öğretisinin ve çevresinde rekabet edebileceği bir toplum olmayışının çok önemli rolü olmuştur.



Bilimsel liderlik İslam dünyasına geçiyor (750 – 1300)

Bilim tarihi çalışmaları, Ortaçağ İslam dünyasında 750-1300 yılları arasını kapsayan sürede yüksek bir uygarlık yaratıldığını, Kindi, Al-Jazari,  Cabir İbn Hayyan, Harezmi, Razi, İbn Sina, Biruni, İbn el-Heysem, İbn Rüşd, Ömer Hayyam, Nasirüddin Tusi, İbn Nefis gibi birçok bilim ve düşün insanının yetiştiğini ortaya koymuştur.

Al-Jazari’nin çalışmalarından

Ulaşılan bu yüksek uygarlık 12. yüzyıldan başlayarak ilerleme hızını kaybetmeye başlamış, 14. yüzyıla gelindiğinde ise tamamen durmuştur. Bir zamanlar bilimin öncülüğünü yapan İslam dünyası, artık bilim ve felsefenin rüzgarının dindiği, yeni bilim ve düşün insanlarının yetişmediği verimsiz, çorak bir toprağa dönüşmüştür. İslam dünyası uygarlık yarışından tamamen kopmuştur.

Batı bilimsel liderliği ele geçiriyor (1300-     )

İslam dünyasında duraklamanın başladığı sıralarda ise, yani 12. yüzyıldan itibaren Batı Avrupa yoğun ve sistemli bir çeviri hareketi başlatarak İslam dünyasının seçkin bilim ve düşün yapıtlarını kendi kültürüne kazandırmıştır.


14. yüzyıldan itibaren entelektüel kültürün önderliğini üstlenerek, Reform ve Rönesans ile sağlamlaştırdığı altyapısının üstüne bilimsel çalışmaları ekleyerek bugüne kadar getirmiştir. Bilim takdir edildiği topraklarda yeşermekte, takdir edilmediğinde ise o topraklardan göç etmektedir.

İslam’da bilime bakışın değişmesi

Bilim tarihi araştırmaları, bilimsel araştırma temposunun çeşitli bölgelerde zaman zaman ivmelendiğini zaman zaman da durakladığını ortaya koymuştur. Demek ki günümüze kadar bilimsel etkinlik çeşitli coğrafi bölgelerde ve uygarlıklarda duraklarken, başka bir uygarlığa veya coğrafi bölgeye geçişiyle ilerlemesini sürdürmüştür. Bilimin uygarlıklar arasındaki, bir tür bayrak yarışını andıran bu geçişi, bilimsel canlanmanın ve ivmelenmenin de adeta kuralı olmuştur. 8. yüzyılın ortalarında bayrağı devralan İslam entelektüelleri çeviri yoluyla hem geçmişin bilgi zenginliğini elde etmiş hem de Arapçayı bir bilim dili kimliğine kavuşturmuştur. Kendinden önceki uygarlıklardan bu yolla kazanılan bilgiler yeni araştırmalar ışığında ve özgün buluşlarla zenginleştirilmiştir. Bundan dolayı Avrupa’da bilimsel bilgisini geliştirmek için İslam dünyasında ortaya konulan bilgilere başvurmak durumunda kalmıştır. Tarihsel olarak karşılaştırıldığında, İslam dünyasında bilimsel araştırma etkinliği azalmaya başlarken, Avrupa’da yavaş yavaş artmaya başlamıştır. Peki, durum neden böyledir? Bu sorunun olası birçok yanıtı olabilir. Ancak temel yanıt, bilime olan bakışın değişmesidir.

Bilimsel gelişmenin yavaşlaması bilim insanlarının sayısının azalmasına, bilimin gördüğü teşvikin ve itibarın yok olmasına, bu da bilimsel çalışma temposunun ve verimliliğinin düşmesine yol açmaktadır.
  • Bilgiye saygı. İslam dünyasında 8. ve 14. yüzyıllar arasında gerçekleştirilen bilimsel çalışmaların niteliğine göz atıldığında, ilk anda dikkat çeken yönün bilgiye karşı takınılan olumlu tavır olduğu hemen dikkat çekmektedir. Bilgi herhangi bir amacın gerçekleştirilmesinin aracı olarak görülmemiş, aksine kendisi amaç edilmiş, kim tarafından ve nerede üretildiğine bakılmaksızın sahip olunması gereken yüksek bir değer olarak kabul edilmiştir. Ancak her nerede üretilmişse elde edilmesi gereken bir değer olarak peşinde koşulan bilgiye, 12. yüzyıldan başlayarak yeterince ilgi gösterilmemeye başlanmıştır. Oysa 8. yüzyılda başta Grekçe olmak üzere birçok dilden çeviriler yapılmış, çevirilerin sistemli ve düzenli olmasını sağlamak için de Abbasilerin başkenti Bağdad’da Beyt’ül Hikmet gibi bir bilim merkezi oluşturulmuştu. Halifeler bilimsel çalışmalara ve bilim insanlarına sürekli destek olmuş, bilimsel araştırmaların verimliliğini sağlamak için gerekli olan gözlemevi, hastane, medrese gibi kurumlar oluşturmuşlardı. Bütün bunlar dikkate alındığında, ortaya bir duraklamanın çıkması İslam dünyasının giderek bu faaliyetlere kayıtsız kaldığını göstermektedir. Bu kayıtsızlığın bugün de İslam coğrafyasının büyük kısmında devam etmesi şaşırtıcıdır.
  • Bilim ve İktidar İlişkisi. Hükümdarlar, prensler ve vezirler gibi nüfuzlu ve zengin kimselerin bilim insanlarını himaye ve teşvik etmesi, bilimsel çalışmanın devamının en başta gelen şartıdır. Yalnız bilimsel başarı ve bu başarının devamlılığı, sadece birkaç bilginin entelektüel çabasıyla gerçekleşecek bir durum değildir. Aksine bilimsel yükseliş ve gelişme dönemlerinde insanlar sadece bilime güven ve bağlanma duygusuyla hareket etmez, aynı zamanda bilginlere de saygı ve itibar gösterirler. Öyleyse bir uygarlıkta bilimsel başarı için kamunun düşüncesini ve ilgisini bilime yöneltmek temel bir gerekliliktir.
  • Bilimin Kültürel Altyapısının Zayıflaması. İslam dünyasında bilimsel etkinliklere karşı ortaya çıkan kayıtsızlığın ve ilgisizliğin, giderek geniş toplum kesimlerince bilimsel bilginin talep edilmediği bir sürece dönüştüğü anlaşılmaktadır. Öncelikle bilimsel etkinliklere insanların bakışının olumsuz hale gelmesine yol açan bu tutum değişikliği, zaman içerisinde ve doğal olarak bilimin gelişmesini sağlayan temel kaynaklara ve kurumlara karşı da kayıtsızlığa yol açmıştır. Bilimin gelişimini sağlayan temel kaynak kitap, kurumlardan biri de kütüphanedir. Klasik dönemde İslam dünyasındaki duraklamanın önemli bir nedeninin, kitaba ve kütüphaneye karşı gelişen olumsuz yaklaşım ve kayıtsızlık olduğu bugün açıkça görülmektedir. Çünkü Ortaçağ İslam dünyası başlangıçta genel olarak kitap ve kütüphane bakımından zengindir ve bunların çok iyi koşullarda korunduğu da bilinmektedir. Dolayısıyla parlak dönemin önemli nedenlerinden birinin zengin kitap koleksiyonlarına sahip kütüphaneler olduğu açıktır. İspanya’nın dokuzuncu Emevi halifesi El-Hakem (961-971) tarafından kurulan özel kütüphanede dört yüz bin cilt kitap bulunduğundan söz edilmektedir. Benzer şekilde Meraga Gözlemevi yanında kurulan Meraga Kütüphanesi’nin de dört yüz bin ciltlik olduğu söylenmektedir. Duraklamanın başladığı dönemde kütüphanelerin artık zengin olmadığına ilişkin bilim ve düşün insanlarınca dile getirilen düşünceler, gerilemenin temel bir nedeninin bu olduğunu açıkça göstermektedir.
  • Çevresel Etkenler. Bunlardan ilki İslam dünyasının birliğini ve bütünlüğünü bozan dini ve siyasi çatışmalardır. Bu çatışmaların başlangıcı, Dört Halife Dönemi’ne kadar gitmektedir. Birlik ve bütünlüğün kurulduğu dönemlerde bilimsel etkinliklerin arttığı, dağıldığı dönemlerde ise azaldığı gözlenmektedir. Emeviler ve Abbasiler gibi merkezi güçlerle, bunlara bağlı yerel güçler arasındaki siyasi çatışmalar kadar, mezhep ayrılıklarına bağlı gerginlikler ve çatışmalar da İslam inancının öngördüğü ve hedeflediği birlik ruhunu yıkan gerilim odakları oluşturmuş, çekişmelerin ve çatışmaların yoğunlaştığı dönemlerde ve bölgelerde insanların düşünsel etkinlikleri, doğal olarak hasımlarını güçsüz bırakmaya koşullanmıştır.
İslam toplumlarının ulaşmış olduğu zenginlik, bunlardan yoksun olan Moğolların ve Avrupa’da yaşayan Hıristiyan toplumların (Haçlı Seferleri) ilgisini çekmiş ve Müslümanları bunlardan gelecek saldırılara karşı maddi birikimlerini koruma zorunluluğuyla yüz yüze bırakmıştır. Bu nedenle özellikle 13. ve 14. yüzyıllar, içeriden gelen tehlikeler yanında dışardan gelen tehlikeler nedeniyle de siyasi istikrarın kaybolduğu ve varoluş savaşının güncelleştiği bir dönem olmuştur; böyle bir dönemde bilimsel beceriden çok askeri beceriye gereksinim duyulması doğaldır.

Hülagü Han ve Timurlenk

Cengiz Han'ın torunu Hülagü'nun yönetimindeki Moğol devleti İlhanlılar, 1243 yılında Kösedağ savaşıyla Anadolu Selçukluları Devleti’ni egemenliği altına aldıktan sonra 1258'de Bağdat'ı yakıp yıktılar ve 508 yıllık Abbasi Devleti son buldu. İlhanlılar, Bağdat'ta içlerinde on binlerce yazma kitap olan kütüphaneleri yakıp yıktırmış, geri kalan kitapları da Dicle Nehrine attırmıştır. İlhanlılar, Suriye ve Filistin’i işgalden sonra Mısır’a doğru ilerlemeye başladılar. Ancak Türk kölelerin tahtı ele geçirmesiyle kurulan Memlukler(Kölemenler), 1260 yılında İlhanlıları iki kez yenerek tarihe Moğolları durduran devlet olarak geçtiler. İlhanlılar bunun üzerine Asya’ya geri döndüler. Moğollar 1400’lerde bir kez daha Timurlenk’in komutasında Semerkant’dan çıkıp Anadolu, Ortadoğu ve İran’ı istila etmiş, her yeri yakıp yıkarak, ülkelerin üzerinden silindir gibi geçmiştir.

İslam dünyasının bilimsel liderliği kaybetmesine neden olan ikilem

Aydınlığa doğru koşan, dünyada felsefik ve teknolojik liderliği üstlenmiş İslam toplumunun ilk önemli kırılması, yani toplumun geriye dönüşü, Sünni düşüncenin de akıl babalarından olan, bilimi ve felsefeyi kafirlik olarak tanımlayan, Buharalı tıp bilgini İbn-i Sina ve Şam’da yaşamış filozof ve bilim adamı Farabi'yi kafir olarak suçlayan, ünlü Selçuklu Veziriazamı Nizamül Mülk’ün saraya davet ederek Sultan Sencer’e danışman yaptığı Gazali'nin(1058-1111) ünlü kitabı ‘FelsefeninTutarsızlığı’nı yazmasıyla başlar.

Solda İmam Gazali, sağda İbn-i Rüşd

Gazali içtihat(yorum, yeni kural koyma) kapısını kapatarak, dinin akla ve bilime göre yorumlanmasının ve çağa uydurulmasının önünü keser. Ümmeti, soru soran, eleştiren, yeni yorum getiren, akla uymayan şeylere itiraz eden ve değiştirmeye kalkışan ve yoruma tabi tutmaya çalışan bir kitle değil, itaat eden ve teslim olan bir topluluk olarak tanımlar. İslam dünyasının yolu İmam Gazali ile bu şekilde tıkanmış olur.

İmam Gazali’ye en büyük itiraz yine İslam dünyasından Hanefi-Sünni öğretisinin içinden gelmiştir. Evrimci bir yanı da olan, Antik Çağ Grek bilimi ve felsefesi uzmanı olan, Aristo'dan Platon'a(Eflatun) kadar çok sayıda felsefe ve bilim insanının eserlerine yorumlar yazan, onlara şerhler düşen Endülüslü İbn-i Rüşd(1126-1198) bu akımın saçmalığını ve tehlikelerini bir bir saysa da, bilimin ve felsefenin kafirlik olamayacağını, insan aklının özgür bırakılması gerektiğini, dini kuralların akıl ve mantıkla çelişmesi halinde akla göre yorumlanmasının doğru olacağı görüşünü savunsa da kimseyi inandıramaz. İspanya Kordoba’da Gazali'yi eleştiren ünlü reddiyesini, ‘Tutarsızlığın Tutarsızlığı’ını yazar. Kordoba Kadısı olan ve Endülüs Sultanı Yusuf’a danışmanlık yapan İbn-i Rüşd, bilimin ve felsefenin kafirlik olamayacağını, insan aklının özgür bırakılması gerektiğini, dini kuralların akıl ve mantıkla çelişmesi halinde akla göre yorumlanmasının doğru olacağı görüşünü savunur. Çünkü diyor İbni Rüşd; ‘İnsan aklı da Allah vergisi bir yetenektir’  ve bu nedenle akla uygun olan nakle (kutsal söz, vahiy) aykırı olamaz. İbn-i Rüşd’ün bütün eserleri Müslüman topraklarda hiçbir değer görmezken, doğduğu Endülüs’te sahiplenilmiş, burada yaşayan gerek Hıristiyan, gerekse Yahudilerce kitaplaştırılarak akılcı dünya görüşünün ilk tohumları atılmıştır. Avrupa’nın aydınlanma çağının bu bilim adamının eserlerinin Arapçadan Latinceye çevrilip, Avrupa’ya yayılması ile başladığı, çoğu bilim çevrelerince kabul edilir. Gelişen bu tarihsel süreç Avrupa’da 16. yüzyılda Rönesans’ın 18.yüzyılda Fransız Devriminin oluşmasına neden olmuştur. İbni Rüşd’ü izleyen Avrupalılar aydınlanma çağını yakalamış, İmam Gazali'nin yolunu tutanlar da gericiliğin ve bağnazlığın çukuruna düşmüştür.

İbn-i Rüşd Gazali çatışmasının Osmanlı’ya etkisi

Osmanlı Devleti yükseliş döneminin başında Bizans İmparatorluğunun düşünürlerini, devlet adamlarını, sanatkarlarını kendi bünyesine aldığı için büyük bir atılım yapmış ve imparatorluğa dönüşmüştü. Ta ki Yavuz Sultan Selim, 4 Şubat 1517’de Mısır’a gidip  oradan Sünniliğin önemli ölçüde esinlendiği, dünyanın en gerici ve bağnaz mezhebi olan, Eş'ariyye’lerin 1.000 kadar ulemasını İstanbul’a getirip onlardan icazet almaya başlayıncaya kadar. Ebu Hasan Eş'ari'nin (ölüm: MS 935) kurduğu mezheb, aklın hiçbir zaman gerçeğe ulaşamayacağını, kulların ancak kayıtsız şartsız inanmakla mutlu olabileceklerini ileri sürer. Dinde değişim, dönüşüm, yeniliklere ayak uydurma bu mezhebin görüşüne göre yasaklanmıştı. İnsanların yönlendirilmesinde dini kurallar adı altında, kimsenin itiraz edemediği, ettiğinde kellesinin gittiği yeni bir anlayış getirilmiştir. Osmanlının gelişmeye ve aydınlığa yürüyeceği yol bu gelenlerle birlikte tıkanmıştı. 

Osmanlı padişahları solda Fatih Sultan Mehmed, sağda Kanuni Sultan Süleyman

Aslında daha Fatih Sultan Mehmed döneminde ulema arasında Gazali-İbn-i Rüşd tartışmaları yaşanmış, Fatih,  dönemin büyük ilim adamları Semerkant’lı Alaeddin et-Tusi ve Hocazade Muslihuddin Efendi’den bu konuda birer eser hazırlamalarını istemiştir. İslam dünyasındaki ulemanın genel görüşü doğrultusunda her iki bilim adamı da bu konuda İmam-ı Gazali’yi haklı bulmuşlar ancak Fatih Sultan Mehmed medrese eğitim programında, Gazali’nin görüşü doğrultusunda herhangi bir değişikliğe gitmemiştir. Ancak Fatih’in torununun oğlu Kanuni Sultan Süleyman, akıl hocası Şeyhülislam Ebu Suud’un, Gazali düşünceleri doğrultusunda, medreselerden felsefe ve matematik derslerini kaldırma talebini, basiretsizce onaylayarak Osmanlı’nın çöküşünü başlatmıştır.  

Avrupa’da batılı düşüncenin gelişmeye başladığı dönemlerde, Osmanlı doğulu-islamcı anlayışta ısrar etmiş, Padişah kendini Allah’ın yeryüzündeki gölgesi olarak görmüş, Allah’ın emri gereği fetih, cihad ve gazalarını sürdürmüş ve saltanatta kalabilmek için aile içi katliamlara bütün hızıyla devam etmiştir.




Kaynakça:
Diamond, Jared - Guns Germs, & Steel
Fawcett, Bill – Tarihi Değiştiren 100 Hata
Semenderoğlu, Adnan – Tarih Boyunca Çevre ve İnsan
http://www.brsmncr.com/islam-dunyasinda-bilimsel-calismalarin-duraklamasinin-nedenleri
Meydan Larousse






No comments:

Post a Comment