Friday, November 21, 2014

Toplumların Çöküşü ve Paskalya Adası

Dünya üzerindeki en trajik çevre katliamlarından birisi, Dünyanın neredeyse öbür ucunda, Büyük Okyanus’taki küçücük bir Polinezya adasında yaşandı. Paskalya Adası sakinleri, MS 900 ile MS 1600 yılları arasında, kırılgan bir yapıya sahip olan çevrelerini, bilinçsizce tükettiler. Tüm adayı dini inaçlarının esiri olarak, kabileler arasında bir yarış halinde devasa sırtı denize dönük taş heykeller(moai) ve platformlar(ahu) ile donatırken ormanlarını, kuşlarını hatta farelerini bile bitirdiler, ölülerini yemeye başladılar. Kaçınılmaz son, bir askeri darbe, iç savaş, Avrupalı kaşifler tarafından bulaştırılan çiçek hastalığı salgını ve köle tacirlerine esir düşerek bitti.


Toplumun elindeki kaynaklar ve bu kaynakların tüketimi arasındaki ilişkiyi matematiksel bir fonksiyonla tanımlayabilirsek, sadece bu fonksiyonun bugünkü değeri olan zenginliğe değil fonksiyonun birinci ve ikinci türevleri olan zaman içerisindeki değişimine de bakmamız gerekir. Toplumları diğerlerinden daha kırılgan yapan, çoğunlukla ilk bakışta görünmeyen çevresel faktörlerdir.

Geçmişte çok sayıda toplum çevre sorunları nedeniyle çöktüler, bazı şanslı toplumlar ise bin yıllardır gelişmelerini sürdürmekteler. Neden bazı toplumlar diğerlerinden daha kırılgan? Toplumda karar verici yöneticilerin kısa vadeli çıkarları ile toplumun uzun vadeli çıkarları arasında bir çatışma olması durumunda, hararetle savunulan değer yargıları çelişki yarattığında, doğru kararın verilmesi çok mu zorlaşıyor?

Günümüzde karşılaştığımız büyük sorunlar, bizim kontrolümüz dışında olaylar değil. En ciddi tehdit, bizi çaresiz bırakacak, bize çarpmak üzere olan bir asteroid değil. Aksine, karşılaştığımız bütün ciddi tehditler, kendi yarattığımız sorunlar. Bu sorunları biz yarattığımıza göre, bunları çözmemiz de mümkün.


PASKALYA ADASI

Paskalya Adası (İspanyolca: Isla de Pascua, Yerel dilde: Rapa Nui, ingilizce: Eastern Island) Büyük Okyanus'un güney doğusunda Şili'ye bağlı, dünyanın üzerinde insan yaşıyan en ücra köşesidir. En yakın kara 3.599 kilometre doğudaki Şili kıyısı ile 2.092 kilometre batıdaki Poninezya’ya ait Pitcairn Adaları. Tahiti’ye uzaklığı ise yaklaşık 4.000 kilometre. Şili’den beş saatlik uçuş mesafesinde.

 Polinezya üçgeni ve  Paskalya Adası

Paskalya (Rapa Nui) farklı zamanlarda deniz içinde yükselmiş üç volkanik dağdan ibaret, üçgen şeklinde bir ada. Yüzölçümü 162,5 km², deniz seviyesinden yüksekliği ise 510 metre. Adanın en eski yanardağı, Poike, bundan yaklaşık 600 bin yıl önce patlayarak adanın güneydoğu bölgesini, ardından patlayan Rana Kau ise güneybatı köşesini oluşturdu. Yaklaşık 200 bin yıl önce adanın kuzeyindeki Terevaka volkanının patlamasıyla adanın yüzeyi oluştu.

Platform(ahu) ve heykelleri(moai) gösteren Paskalya Adası haritası. Önemli platformlardan Ahu Tongariki, ve Rano Raraku volkanı güney sahilinde adanın doğusundaki Poike yanardağının batısındadır. 

Paskalya Adası halkı kimlerdi ?

Paskalya Adası sakinlerinin Amerikalılardan değil, Asyalılardan türeyen tipik Polinezyalılar olduğu, geleneklerinin hatta heykellerinin bile tamamen Polinezya kültüründen kaynaklandığını gösteren deliller mevcut. Konuşulan dil bir Polinezya dili. Olta iğneleri, taştan keserleri, zıpkınları ve diğer aletleri de tipik Polinezya araçları. Kafatasları da Polinezyalılara  has özellikler taşıyor.


Paskalya taş platformlarında(ahu) bulunan 12 iskeletin DNA testinde Polinezyalılara özgü dizilimlere rastlanmış. Ayrıca muz, kulkas, tatlı patates, şeker kamışı ve dut gibi bugün Paskalya’da yetişen tarım ürünleri tamamen Güneydoğu Asya kökenli Polinezya ürünleri. Tek evcil hayvan olan tavuk da, ilk yerleşimcilerin sandallarında kaçan yolcu olarak gelen fareler gibi, yine Asya kökenli ve Polinezya’ya özgü bir hayvan.

Solda Reimiro diye adlandırılan iki ucunda sakallı erkek başı bulunan Paskalya Adası bayrağı.  Tahtadan ve istiridye kabuğundan yapılan Reimiro'ların bu formunu üst sınıftan erkekler dini danslar sırasında gögüslerine takarlardı. Sağda görüldüğü gibi daha sade olanlarını ise kadınlar kullanırdı.

Adanın en canlı döneminde nüfusunun 15.000 civarında olduğu sanılıyor.  1600’lerde çevre tahribatı, 1836’da misyonerler tarafından adaya taşınan çiçek hastalığı salgını ve 1859-1863’de Perulu köle gemileri tarafından adadan 1.500 kişinin kaçırılması sonrası nüfus ikibine kadar düşmüş.  1877’de adada sadece 111 kişi kalmış.

Ada’nın keşfi ve daha sonraki ziyaretçiler

Paskalya’nın birçok gizemi, adayı bir Paskalya günü (5 Nisan 1722) keşfeden dolayısıyla Paskalya adını veren Hollandalı kaşif Jacob Roggeveen’in seyahat notlarıyla dünyanın dikkatini çekmişti. Roggeveen üç büyük Avrupa gemisinden oluşan filosuyla, 15-18. yüzyıl haritalarında görülen Antik dönemde latince Terra Australis diye bilinen ama gerçekte olmayan güney kıtasını bulmak için, Şili’nin Falkland adasından kalkmış, Pasifik Okyanusu’nda 17 gün yol aldıktan sonra Paskalya Adası’na varmıştı.

Daha sonraki kaşif İspanyol Don Felipe Gonzales, adayı 15 Kasım 1770’de İspanyol Krallığı tabiyetine aldı ancak takip eden yıllarda İspanya, bu adaya kayıtsız kaldı. İngiliz kaşif James Cook, ikinci güney seyahati sırasında, 13-17 Mart 1774 tarihleri arasında, adayı ziyaret etmiş ama adadan fazla etkilenmemişti. 1786 yılında Fransız Kont Jean-François de la Perouse, yelkenle dünyayı dolaşırken, Fransa Kralı 16.Ludwig'in emriyle adanın haritasını çıkarmak, güney okyanus halkını araştırmak amacıyla adaya gitti. 1882 yılında bu kez Almanlar adaya etnolojik incelemeler yapmak amacıyla geldiler. Adada örf, adet, yazı, dil gibi konularda incelemeler yaptılar.

Avrupalı kaşiflerin ve adamlarının adaya seyahatleri, beraberlerinde adaya hastalık getirmelerine ve ada nüfusunun gerilemesine sebep olmuştur. Tarihin karanlık sayfalarından biri de, Perulu köle tacirlerinin, adaya 1859-1863 yılları arasında seferler düzenlemesi ve yaklaşık 1.500 ada sakinini köle olarak çalıştırmak amacıyla beraberlerinde götürmeleri olmuştur. Bu köle ticareti ve çiçek hastalığı salgını, 1877 yılında ada nüfusunun 111 kişiye kadar gerilemesine neden olmuştur.

Polinezya Adaları nasıl kolonileşti?

Peki acaba Şili’den büyük gemileriyle 17 günde gelen kaptan Roggeveen’i karşılayan Polinezya halkı buraya nasıl gelmişti? Bugün biliyoruz ki en yakın Polinezya adasından Paskalya’ya yapılacak yolculuk günler sürer. Roggeveen ve adamları, ada sakinlerinin tek deniz taşıtının, 4 metreden daha büyük olmayan, ancak bir iki kişi taşıyabilen, küçük ve su geçiren kanolar olmasına çok şaşırmışlardı. Bir grup insan, hayvanları ve içme sularıyla birlikte iki buçuk haftalık bir deniz yolculuğunu böyle bir kano içerisinde nasıl geçirebilirdi?



Taş heykelleri ilk gören herkes ormanları dolayısıyla sağlam, kalın keresteleri ve halatları olmayan bu insanların neredeyse dokuz metre uzunluğundaki bu heykelleri nasıl dikebildiklerini merak etmiştir. Bunları dikmek için mutlaka sağlam keresteye ve halatlara ihtiyaç vardı, fakat Paskalya Adası’nda bodur çalılardan başka tek bir ağaç bile yoktu. Peki buralarda olması gereken onca ağaca ne olmuştu?

Heykellerin yontulması ve dikilmesi zengin bir çevrede yaşayan kalabalık bir toplumun işiydi. Oysa 18. ve 19. yüzyılda adayı ziyaret eden Avrupalılar birkaç bin insan görmüşlerdi. Peki öyleyse buranın çok sayıdaki eski ahalisine ne olmuştu? Heykelleri yapmak için sanatçılar, taşımak için çok sayıda işçiler gerekliydi. Fakat Kaptan Roggeveen adada böcekten büyük hayvan bulamazken, tek evcil hayvan tavukken, bu kadar insan nasıl doyurulmuştu. Taş ocağı adanın doğu ucunda, araç gereç yapmak için en iyi taşlar güneybatıda, balık avlamak için en uygun kıyı kuzeybatıda ve en iyi tarım arazileri güneydeyken, tüm bu kaynakların bir araya getirilip, üretilen ürünün yeniden dağıtılması için adanın karmaşık bir ekonomik sisteme gereksinimi vardı. Ama bu fakir, çıplak yerde böyle bir sistem nasıl gelişebildi?

Bir çok Avrupalı, medeniyet görmemiş Polinezyalıların bu heykelleri yapabileceklerine kuşkuyla baktı. Bazıları Mısır piramitleri, İnka taş yapılarıyla ilişkiler kurmaya çalıştı. Erich von Daniken ise bu eserleri uzaylıların yaptığını iddia etti. Günümüzde bu heykellerin, adadaki Rano Raraku volkanı taşlarına kolaylıkla şekil verebilen taştan kesici aletlerle, burada yaşayan insanlar tarafından yapıldığına inanılmaktadır.

İnsanlık MÖ 1200 yılına kadar Avustralya, Yeni Gine ve Solomon adalarına kadar yayılmışlardı.  Yeni Gine’nin Bismarck Takımadaları’ndan çıkan ve çiftcilikle uğraşıp seramikler yapan insanlar Büyük Okyanus’da 1.600 kilometre katederek Fiji, Samoa ve Tonga’ya ulaşmış ve Polinezyalılar’ın ataları olmuşlardı. Polinezyalılar, pusulaları, yazı yazmak için aletleri ya da metal aksamları yok olmasına karşın seyrüsefer sanatında ustaydılar. Avustralya’ya geldikten 2.400 yıl sonra MS 1200’de Polinezyalılar Büyük Okyanus içerisinde ulaşılabilecek her kara parçasına ulaşmışlardı. 

1990’larda yapılan Polinezya tipi kano Hokulea

Büyük ihtimalle Marquesas adaları ile Mangareva, Pitcairn ve Henderson adaları, en doğudaki Polinezya adası olan Paskalya’nın kolonileşmesi için sıçrama tahtası görevi görmüştü. 1999 yılında yeniden inşa edilmiş Polinezya tipi kano Hokulea ile, bir grup araştırmacı Mangareva’dan açıldıktan 17 gün sonra Paskalya’ya varmayı başardı. Hokulea’nin böyle uzun bir yolculuktan sonra küçücük bir adaya ulaşabilmesi akıl almaz bir şeydi. Fakat Polinezyalılar daha kara gözükmeden, yakınlarda kara olduğunu tahmin etmeyi öğrenmişlerdi. Adalarda yuva yapan su kuşları 160 kilometre çapında bir daire içinde avlanırlardı. Dolayısıyla bu kuşları görmek karaya yaklaşıldığına işaretti.

Anlatılanlara göre, Paskalya Adası’na yapılan ilk keşfin lideri olan baş rahip Hotu Matu(Büyük Baba) buraya iki büyük kano içinde karısı ve altı oğlu ile gelmişti. Muhtemelen Hotu Matu’dan daha sonra buraya onu takiben başka kanolar geldi. Arkeologların adada buldukları aletlerin Mangareva’dakilere benziyor olması bu olasılığı kuvvetlendiyor. Doğu Polinezya’nın büyük adalarına MS 600-800 yılları arasında yerleşildiği düşünülürse, Paskalya’ya ilk defa ne zaman gelinmişti? Paskalya’ya ilk yerleşim ile ilgili en güvenilir tarihler paleontolojist ve arkeologların odun kömürleri üzerinde yaptıkları radyokarbon testlerine göre MS 900’ü göstermektedir. 

Paskalya Adası’nın üç önemli bölgesi

1.Terevaka volkanı bölgesi 

Rano Raraku krater gölü

Adanın kuzeyinde, en son oluşan Terevaka volkanik dağının eteklerindeki Rano Raraku 507 metre yükseklikte, daireye yakın, volkanik bir krater. UNESCO tarafından Dünya Mirası olarak ilan edilmiş Rapa Nui Milli Parkı içerisinde yer alıyor. Krater tabanında bataklık halinde bir göl var. Buraya yakın yerlerde bugün hiç kimse yaşamıyor. Kraterin iç ve dış yamaçlarına serpiştirilmiş yaklaşık 397 taş heykel var. Bunlar 4-6 metre boyunda, uzun kulaklı ve bacaksız insan gövdesi heykelleri. En büyükleri beş katlı binalardan daha uzun ve 270 ton ağırlığında.

Rano Raraku’nun dış etekleri bazısı yarı gömük bazıları yarım kalmış birçok heykel (moai) ile dolu.

Kraterin dışındaki taşocağı ve Rano Raraku bayırı. Dağ yamacında taşlara oyulmuş heykeller. Sağdaki patikanın üzerinde oyulmuş en büyük heykel olan El Gigante görülmekte. Büyüklüğünden dolayı yerinden çıkarılamamış.

Rano Raraku’da yarım kalmış heykeller

Kraterin dar geçidinden geçen ve heykel taşımak amacıyla yapılan yedi metre genişliğindeki yolun izleri hala mevcut. Bu yol 14 kilometre boyunca kuzey, güney ve batıya doğru uzanıyor. Yol boyunca değişik yerlere 97 heykel daha serpiştirilmiş. Heykellerin bir bölümü, etrafa öylesine atılmış, birçoğu ise kasıtlı olarak boyunlarından devrilmek suretiyle kırılmış. Kıyı boyunca ve nadir olarak iç taraflarda, heykellerin üzerine yerleştirildiği yaklaşık 300 taş platform bulunuyor.

Taş ocağındaki heykellerin hepsi tamamlanma aşamasındaydı. Bir bölümü tam olarak bitirilmiş, yerinden sökülmüş ve kraterin yamaçlarında uygun yerlere yerleştirilmişti. Bazıları da kraterin içine yerleştirilmişti. Taş ocağı, tüm işçilerin gizemli bir nedenden dolayı aniden işi bırakıp gitmiş olduğu bir bir atölye izlenimi veriyor. Yerlerde hala taşların oyulduğu aletler ve çekiçler duruyor. Bu heykelleri kim oymuştu, neden böyle bir şeye gerek duymuşlardı, bunları nasıl taşıyıp dikmişlerdi ve tüm bunları yaptıktan sonra neden devirmişlerdi ?

Ahu Tongariki

Rano Raraku kraterinin eteklerindeki Ahu Tongariki, Hotu Iti kabilesinin ana merkeziydi. Burada Tongariki adıyla bilinen adanın en büyük platformu var. Buradaki 15 yıkık heykel 1994 yılında vinç yardımıyla yeniden dikilmiş. En büyük heykel 88 ton ağırlığında. Sağdan ikinci moai’nin kafasında pukao denilen taş taç var.

15 adet moai yanyana dizilmiş vaziyette

Ahu Tongariki üstünde Moailer

En uzun heykel Paro

Paro olarak bilinen ve Rano Raraku volkanik taş ocağından taşınan ve kuzey doğu sahiline dikilen ama şimdi yerde yatan en uzun heykel 9.7 metre uzunluğunda. Dul eşi tarafından, Kabile şefinin anısına dikilmiş heykel, kalın olmadığı için sadece 75 ton ağırlığında. Sadece kafasındaki taş bile 12 ton ağırlığında.

Devrilmiş moai Paro.

Tukuturi Moai

Yalnızca Tukuturi adı verilen sakallı ve dizleri üzerine oturmuş bir moai’nin bacakları var. Tukuturi heykeli, Puna Pau’da kırmızı cüruf(scoria) taşından yapılmış olmasına karşın Rano Raraku’ya taşınıp yerleştirilmiş. 

 Sakallı ve bacaklı Ahu Tukuturi, geri planda Poike dağı, deniz ve Ahu Tongariki

Tukuturi heykeli kuş-adam (Tangata Manu) kültüyle ilişkilendirilmekte ve bir ada şarkıcısını temsil ettiğine ve klasik heykeller dönemi sona erdikten sonra yapılan son heykellerden biri olduğuna inanılmaktadır.

Ahu Akiki

Ahu Akivi, Rapaini’de, Terevaka dağının güney yamaçlarında doğu batı yönünde uzananır. Etrafı oldukça düz bir tarımsal alan ile çevrilidir.  Sahiden 2.3 kilometre içeride ve 140 metre yüksekliktedir.

Ahu Akivi’de taçları(Pukao) olmayan Moai’ler

Ahu nau nau

Paskalya Adası’nın kuzeyinde yer alan Ahu nau nau’daki heykellerin göze çarpan özelliği moai’lerin kafalarındaki Pukao denilen kırmızı cüruftan silindirik başlıklardır.  

Ahu Nau Nau

Adadaki moai’lerin çoğunda zamanında pukao denilen başlıklar vardı, şimdi çoğu yerde yıkılmış moai’lerin yanında parçalanmış olarak görülebilir. Pukao’ların moai’lerin kafalarına yerleştirilebilmesi için, geçici olarak bir rampa kuruluyor, pukao rampada çekilerek heykelin kafasına yerleştiriliyor ardından iş bitince de rampa sökülüyordu.

Gizemli Mana taşı

Bir efsaneye göre adadaki heykeller platformlarına mana taşından alınan mental güç ile taşınıyor ve dikiliyordu.  Tanrı Makemake, rahiplerin ya da kabile şeflerinin heykelleri hareketlendirerek yürümelerini, havada süzülmelerini sağladığına inanılıyordu. Bu mental güç ise Pito Kura denilen 75 cm çapında düzgün yontulmuş bir mana taşı küreden sağlanıyordu. Efsane Kral Hotu Matua'nun gizemli mana taşının kuvvetli bir manyetik gücü vardı. Üzerine bir pusula koyduğunuzda pusulanın ibresi fırıldak gibi dönüyor. Anlatılanlara göre Kral Hotu Matua taşın yanına oturur vücuduna kutsal enerji doldururdu.  

Pito Kura

Mana taşları etraftaki sihir ve büyüleri emip yok etme özelliği olduğuna inanılan taşlardı.  Büyük taşa  Dünyanın mitolojik merkezi deniyordu.  Kuzey doğudaki La Perouse körfezinin yanındaydı.

2.Rano Kau volkanı bölgesi

Adanın güneybatı ucundaki Rano Kau volkanik dağı, adayı oluşturan ikinci volkan. Kuzeydeki Rono Raraku’dan daha derin bir krateri var.  


Rano Kau Volkanı

Bölgedeki Orongo yerleşim alanı muhtemelen heykeller(moai) dönemi sonunda oluşmuş kuş-adam kültünün yaşadığı yer. Bölgenin etkin tarikatı Orongo kasabasında mevzilenmişti. Burası deniz kuşlarının yuva yaptığı adacıklara yukarıdan bakan bir yerdi. 


Yarı insan yarı kuş Birdman motifi

Yeni din kendine has yeni sanat geliştirmişti. Moai’ler ve pukao’lar üzerine kazınmış kuş ve kuş-adam resimleri yapmaktaydılar. Her sene Orongo tarikatı, köpek balıklarıyla dolu olan 1.6 kilometre genişliğindeki boğazda erkekler arasında bir yüzme yarışı düzenliyordu. Yarışmacılar, yüzerek yakın adacıktaki Sooy Terns deniz kuşunun yumurtalarından birini kırmadan Paskalya’ya getirmek zorundaydı. Yarışmayı kazanana yılın kuş-adamı (Tangata-Manu) ünvanı veriliyor, kutsallaştrılıyor ve ertesi yılı inzivada geçiriyordu. Son Orongo töreni Katolik misyonerlerin de katılımıyla 1867 yılında düzenlendi. 

Moto Nui ve Moto Itu adacıkları. Daha büyükçe olan Moto Nui, Sooty Terrn deniz kuşlarının yuva yaptığı ve kuş-adam yarışmacılarının yumurtasını adaya getirmek için yüzdükleri adacıktı.

3.Poike Volkanı

370 metre yüksekliğiyle adanın Terevaka’dan sonra en yüksek noktasıdır. Paskalya Adası’nın üç volkanından en eskisi olarak binlerce yıl güneş, rüzgâr ve yağmur ile yıprandığından göreceli olarak daha taşsız bir toprağa sahiptir. 150 metre çapında ve 10-15 metre derinliğindeki volkan krateri adanın diğer iki kraterinin aksine kurudur, içinde sonradan yetiştirilmiş ağaçlarlar mevcut. Volkanın kuzey yamacında üç küçük tepe vardır.

Solda üç küçük tepe ve sağ üstte Poike volkan kraterinde yetişmiş uçları gözüken ağaçlar.  

Moai adı verilen Heykeller

Paskalya Adası’nda ileri gelen ataları temsil eden 887 adet moai var. Tüm moai’ler benzer gözükse de aslında her birisi birbirinden farklı. Heykellerin fiziksel özellikleri tam olarak Polinezya halkına benzemez. Adadaki çoğu heykelde insan vücudunun belden üstü yorumlanmış. Bir tanesi hariç heykellerin bacakları yok, kalça hizasından platformların üzerine yerleştirilmiş durumdalar. Zayıf kolları vücuda yapışık ve ince uzun parmaklı elleri ise çıkık karınlarının üzerine kavuşmuş vaziyette. Heykeller uzun dikdörtgen başları, belirgin kaşları, çıkık burunları, ince somurtan dudaklı küçük ağızları, çıkık çeneleri, uzamış kulak memeleriyle gerçeküstü dönemin heykellerini andırıyor. Karın üzerinde kavuşmuş eller figürü, Marquesas ve Polinazya’nın diğer adalarında ve Güney Amerika’da görülen bir form.  Bu kültürlerde dini ritüellerin ve sözel geleneklerin beyin yerine karında saklandığına inanıldığı için heykellerin elleri karın bölgesini korumakta.

Rapa Nui Milli Parkı içerisinde, 6 metre yüksekliğindeki Ko Te Riku

Heykellerin önemli kişiler daha yaşarken yaptırıldığı ve gözleri kişi öldükten sonra heykelin  dikildiği yerde oyulduğu sanılıyor. Sadece platform heykellerinin beyaz mercan (coral) ve cürufdan yapılmış renkli gözleri var. Gözküresi için beyaz taş,  gözbebeği için siyah obsidian taş kullanılmış. Göz olarak kullanılan beyaz mercanla heykel ürpertici dik bakışlara sahip oluyor. Bu gözlerin heykellerde sürekli takılı olmadığı rahipler tarafından muhafaza edilerek dini törenlerde göz çukurlarına yerleştirildiğine inanılıyor.

Moai’lerin 834 adedi sıkışmış volkanik kül olan tüf taşından, 13 adedi bazalt taşından, 22 adedi volkanik trakit (trachyte) taşından ve 17 adedi nispeten yumuşak olan kırmızı cürufdan(scoria) yapılmış. Moai’lerin neredeyse yarısı, 397 adeti Rano Raraku taş ocağında. Diğerleri kıyılara yerleştirilmiş. Moai’lerin çoğu bir ahu’ya 1 ile 15 adet gelecek şekilde üzerlerine yerleştirilmiş. Moai’lerin 25 tanesi özellikle oldukça büyük ve gösterişli. Ortalama bir moai 4 metre boyunda ve 110 ton ağırlığında. Moai’ler sırtlarını denize vermiş vaziyette, içe karaya doğru bakmakta ve köyleri gözlediğine inanılmakta. Neden bazı moai’lerin platformlar üzerinde yanyana konumlarda yerleştirilmişken, bazılarının Rano Raraku bölgesinde ve kıyılar boyunca dağılmış olduğu ise belli değil.

Toplamda 288 moai, ahu platformlarına taşınmış. Ada halkı bu amaçla özel yollar inşa etmiş. 92 moai bitmiş vaziyette, taşınma aşamasında olduğu halde bir nedenle dolayı yontulduğu yerde kalmış. Belki de adada artık taşıma için gerekli ağaç kalmadığı için heykeller taşınamadılar. Malesef kabileler arası iç savaş sırasında çoğu moai yıkılmış, tahrip edilmiş. Avupa’lılar adaya ilk geldikleri zaman moai’ler sağlam ve dikiliymiş. Sonraki ziyaretçilerin notlarından, tahrip oldukları ve yıkıldıkları anlaşılıyor. 

Platformlardaki Moai’lerin kafalarına yerleştirilmiş kırmızı taça (başlık) benzeyen taşlara Pukao deniyor. Heykellerin tacı ya da saçı olarak hayal edilen Pukao’lar kırmızı cüruf(scoria) volkanik taştan yapılıyordu. Volkanik taşlar diğer taşlara nazaran genellikle daha kırılgan olduğu için kargaşa döneminde heykeller yıkıldığında çoğu Pukao parçalanmış. Moai’lerin yapıldığı taş daha sert ve dayanıklı olduğu için Moai’ler günümüze daha iyi bir durumda gelebildiler.

Heykellerin yapıldığı tarihlerin MS 1000-1600 yılları arası olduğu zannediliyor. Bu tarihler heykellerin gözlerine yeleştirilen mercanlara radyokarbonlama tekniği uygulamasıyla teyid edilmiştir. Zaman içerisinde heykel ebatlarında görülen artış, kabile reislerinin birbirleriyle girdikleri rekabetin bir ürünü. Hem heykeller büyümüş hemde heykellerin kafasına 12 ton ağırlığında Pukao denilen kırmızı cüruftan bir silindir yerleştirilmiştir. Vinçleri olmayan ada halkı 12 tonluk bir bloğu, 10 metre yüksekliğindeki heykelin başına dengeli bir şekilde nasıl yerleştirebildi? Eric von Daniken, bunun ancak uzaylılar eliyle olabileceğini iddia eder. Son deneyler heykel ve başlığının birlikte dikilebileceğini ya da geçici rampa inşa ederek yerleştirilebilineceğini göstermiştir. Pukao denilen başlığın neyi tasvir ettiği henüz bilinmiyor. Kırmızı bir kuşun tüylerinden yapılmış ve kabile reislerinin kullandığı bir başlık olduğu tahmin ediliyor. 
British Museum’da sergilenen bazalt taşından yapılma 4 ton ağırlığında 2,5 metre yüksekliğinde moai.

Bazı heykellerin arkasında yer alan bir çember, üç yay ve onların altındaki M şeklinin sırasıyla güneş, gökkuşağı ve yağmuru temsil ettiğine inanılıyor. Bazıları ise bunların hayatın öğeleri olan güneş, ay ve gök gürlemesini temsil ettiğini iddia ediyor. Bu sembollerin güneş ışığı, su/deniz ve dağ/dünya olarak sembolize edenlerde var. Bazı yazarlar da bu semboller ile Mısırlıların ankh sembolü ve anlamları arasında ilişki kurmaya çalışıyorlar. 

Bir heykel kazısı. Rano Raraku’nun sarı kahve rengi tüfü aslında volkanik kül.

Moai yontma, taşıma ve dikme

Taş ocağında yüzleri henüz yontulmamış çok sayıda heykelin bulunması heykellerin iki aşamada yapıldığını düşündürüyor. Birinci aşamada, heykel yapılacak taş sürekli sulanarak yumuşatılıyor ve toki adı verilen bazalt türü sert taştan yapılma yontucular ile taşa moai formu veriliyordu. Muhtemelen birinci safhası tamamlanan moai yerine taşınıyor ve ince işleri(yüz hatları)  yerinde tamamlanıyordu. Arkeologlar, orta boy bir moai’yi altı yontucunun 12 ile 15 ayda bitirebileceğini hesaplamışlardı.
Rano Raraku’nun tepesinde yontuldukları yerde hala yatan bitmemiş heykeller

Paskalya’daki insanlar, heykelleri taşımak için kano kızakları denilen yapılar üzerinde değişikler yaparak kullanmışlar. Bu kızaklarda bir çift paralel ahşap ray, tahtadan sabit çapraz parçalarla birbirine tutturulmuş. Heykeller de bu kızakların üzerinde kaydırılarak ilerletilmiş. Yapılan bir denemede böyle bir kızak yardımıyla 12 tonluk benzer bir ağırlık 50-70 kişilik insan gücüyle her çekişte 4.5 metre ilerletebiliniyordu. Grup bir haftada 14 kilometre çekebildi. Paro gibi büyük heykellerin nakli 500 kişilik bir ekiple başarılabilirdi. O zamanki nüfus da buna uygundu. Adada heykel yapma süreci 300 yıl sürmüştü. İlginçtir bu dönem Paskalya’nın iç arazilerinde tarım faaliyetlerinin en üst seviyeye çıktığı, nispeten refahın arttığı yıllar olmuştur.

Ahu adı verilen Platformlar

Paskalya Adası’nda Moai adı verilen dev taştan heykeller ve Ahu adı verilen taş platformların üzerlerine yerleştirilmişti. Toplamdaki 313 ahu’nun çoğunda tek moai olmak üzere 125 adedinde birden fazla moai heykeli mevcuttu. Genellikle ahu’lar önemli kişilerin mezarların da bulunduğu yerlerdi. Adanın 12 bölgesinin her birinde 1-5 arasından ahu bulunuyordu. Birkaç tanesi iç bölgelerde olmasına karşın ahu’lar genellikle kıyıya yakın inşa edilmişti. Heykellerin neden kıyıya yakın, Okyanusun kenarına dizildiği bilinmiyor. 

Tipik bir Ahu ve üzerinde moai’ler. Heykellerin bulunduğu ahu platformu 45-80 metre uzunluğunda 4.5 metre yüksekliğindeydi. Önündeki karaya doğru eğimli taş kaplı yada denizi çakılları döşemeli alanın boyutlarıda 45-80 metreye 45 metreydi. 

Ahu dikdörtgen bir platform olup çevresi volkanik taşlar ile örülmüş ve içi molozla doldurulmuştu. Ahu’lar 4-4.5 metre yüksekliğinde olup bir çoğunun uzunluğu 80 metreye kadar uzatılmıştı.  Ahu’nun denize bakan tarafındaki duvarı diktir. Karaya bakan eğimli ön duvarın genişliği 46 metredir. Polinezya adalarında cesetler gömülürken sadece Paskalya’da cesetler yakılıyordu ve önemli kişilerin yakılmış cesetlerinin külleri ahu’nun önündeki eğimli alana gömülüyordu. Polinezya adalarında Marae adı verilen taş platformların tapınak olarak kullanılması oldukça yaygındı. Pitcairn Adası’nda bunlardan üç adet vardı ve muhtemelen Paskalya’ya koloni kurmaya gelenler de bu adadandı.

Zamanımızda ahu’lar  ve moai’ler koyu gri renktedir. Ancak orijinal renkleri beyaz, sarı ve kırmızıydı. Yüz tarafının bulunduğu yerler beyaz mercan ile kaplıydı, yeni kesilen bir moai taşının rengi sarıydı ve moai’nin tacı ve bazı ahu’ların ön duvarında bulunan yatay taş kemeri kırmızıydı. Platformlar kıyılara özellikle de kuzey ve doğu bölgelerinde neredeyse eşit miktarlara yapılmış olmasına karşın batı bölgesinde sadece birkaç adet var. 1880 yılında Rano Kau’nun sarp kayalıklarında birçok moai olduğu rapor edilmesine karşın  1914 Routledge gezi notlarında bunların sahile yuvarlandığı tesbit edilmiş. Adada bir çok heykelsiz ahu paltformu da mevcut. Bazı uzmanlar bu platformlar üzerinde tahtadan yapılmış moai’lerin olduğunu ve bunların zaman içerisinde hava şartları nedeniyle ya da iç savaş sırasında yok olduğunu söylüyor. Diğer bir olasılıkta adadaki ağaçlar yok olduğunda adalıların heykelleri ısınma ve farklı amaçlar için kullandığı yönünde. Bazı platformlar kabile savaşları sırasında tahrip edilmiş. Ahu Tongiriki de gerçekleşen bir trunami dalgası nedeniyle iç taraflara sürüklenmiş.  

Kabileler, Kabile reisleri ve vatandaşlar

Paskalya Adası toplumu da kabile reisleri ve halk olmak üzere ikiye ayrılıyordu. Kabile reisleri ve elit kesime mensup kişiler, sahilde, ters çevrilmiş bir kano görünümündeki hare paenga adı verilen evlerde yaşıyorlardı. Bunlar genelde 12 metre uzunluğunda ve 3 metre genişliğindeydi.


Solda gerçek bir hare paenga temeli. Sağda günümüzde yapılmış bir hare paenga

Halk tipi evler ise daha içlere doğru itilmiş, daha küçük ve tavuk kümesleriyle bağlantıları olan evlerdi. Hepsinin fırını, taştan bir bahçe duvarı ve çöp çukuru bulunuyordu. Halk tipi yapıları kıyılarda yapmak dinen yasaklanmıştı.

Paskalya Adası, adada yaşan 12 kabile için 12 dilime bölünmüş bir pasta görünümündeydi. Paskalya Adası kabileleri, diğer Polenezya adalarının tersine en büyük kabile liderinin altında dinsel anlamda ve bir dereceye kadar ekonomik ve siyasi olarak bütünleşmişlerdi. Kabileler arası etkileşimi gösteren en net arkeolojik kanıt taş heykeller ve bunların kafasının üzerine yerleştirilen kırmızı taştan silindirlerdir. Bunlar Tongariki ve Hanga Poukura kabilelerinin bölgelerinden çıkarılmasına rağmen adanın her yerinde dağılmıştı. Kabileler bunların çıkarılmasına ve kendi topraklarından geçirilerek taşınmasına izin vermişti.

Orongo’da taştan halk tipi evler.

Tarım  ve çiftcilik

Adanın iklimi ılıman, yarı tropiktir. Yıllık ısı ortlaması 21 °C olup en soğuk ve yağışlı aylar güney kürede yer aldığı için Temmuz ve Ağustos'dur. Volkanik yapısı bölgeye verimli topraklar kazandırmış. Ada, Polinezya adaları içerisinde ekvotara en uzak olan olduğu için nispeten daha serin bir havaya sahip. Ayrıca Paskalya Adası görece olarak az yağış alan bir yer. Yılda ortalama 127 cm olan yağış miktarı Akdeniz havzasından ya da Kaliforniya’dan çok olmasına rağmen diğer Polinezya adalarının altında. Yağan yağmurlarda su geçirgen volkanik topraklardan hızla yer altına süzülür. Bundan dolayı içme suyu kaynakları da çok sınırlı. Paskalya bölgesel bir rüzgar sistemi olan Passat rüzgarlarının hüküm sürdüğü, çok rüzgar alan bir yer, bu da çiftciler için büyük sorun.

Avrupalılar geldiğinde ada halkı çiftcilik yapıyor, tatlı patates, taro, muz ve şeker kamışı yetiştiriyorlardı. Besledikleri tek hayvan tavuktu. Adada balık ve kabuklu deniz ürünleri azdı. Deniz kuşları ve kara kuşları ve yunuslar ilk yerleşimcilerin ana gıdalarıydı ancak bunların da daha sonra azaldığını ve tamamen yok olduğunu biliyoruz. Bunun sonucunda ada halkı çok yüksek karbonhidrat içeren yiyecekler yemeye ve adanın kısıtlı içme suyunu fazla tüketmemek için şekerkamışı suyu içmeye özen gösteriyordu. Böyle bir beslenme tarzı sonucunda halkın çoğunda diş çürükleri meydana geldi. Burası diş sağlığı en bozuk olan tarih öncesi topluluktu.

Tarımın yoğun olarak yapıldığına dair kanıtlar mevcut. Taşlarla çevrilmiş 1.5 metreye 2.4 metre çapında ve 1.2 metre derinliğindeki çukurlar büyük ihtimalle gübre imalatı için fermantasyon çukurları olarak kullanılmıştı. Terevaka dağının bayırlarına iki taştan baraj yapılmıştı. Adada 6 metre uzunluğunda, 3 metre genişliğinde ve 1.8 metre yüksekliğinde inşa edilmiş hare moa adı verilen tavuk kümesleri de enteresandır.

Paskalya’da sık sık görülen güçlü fırtınalardan ürünleri korumak için büyük kayalar üst üste konarak rüzgar çiti haline getirilmişti. Daha küçük boyuttaki kaya parçaları ise istif edilerek çukur yerlerdeki bahçeleri korumak için kullanılıyordu. Buralarda muz ya da sebze fideleri yetiştiriliyordu. Geniş alanlar yüzeye yerleştirilmiş kayalarla kaplıydı. Bir şekilde bitkiler kayaların arasından çıkabiliyordu. Taro yetiştiriciliği için ise çukurluk bölgeler kazılarak ortaya doğal tarlalar çıkarılmıştı. Çifticilik yapmak gerçekten büyük efor gerektiriyordu. Peki tarlalarda toprağın üstü neden kayalarla kaplanıyordu?

Kayalı bahçe veya taşla örtme tarımı, İsrail’in Necef çölü, güneybatı ABD çölleri ve Peru, Çin gibi ülkelerde keşfedilmiş ve uygulanmıştır. Kayalar toprağı örterek nemin içeride kalmasını sağlıyor, güneş ve rüzgarla suyun buharlaşmasını, gün boyunca güneş ısısını emerek akşamları da geri vererek toprak ısınmasındaki dalgalanmaları azaltıyordu. Ayrıca yağmur nedeniyle toprağın erozyona uğramasını engelliyor ve du. Açık renkli topraktaki koyu renkli kayalar daha fazla güneş ısısı toplayarak toprağı ısıtır. Kayalar ayrıca içlerinde barındırdıkları mineralleri yavaş yavaş toprağa verdikleri için uzun vadede gübre verici tablet görevi yapıyordu.

Adayı çevreleyen Büyük Okyanus, balık ve kabukluların yüzeye çıkması için çok soğuk. Bu da balık avcılığını zorlaştırıyor. Ada genelde her çeşit balıktan yoksun bir ada. Örneğin Fiji Adası’nda 1.000 çeşit balık varken, Paskalya’da bu sayı sadece 127. Adada tek evcil hayvan tavuk. Zamanında bol miktarda fare de mevcutmuş.

Bitki örtüsü

Adanın günümüzdeki bitki örtüsü, geçmişindekinden çok farklı. Bu eko sisteme insani müdahalelerin sonucudur. Botanikçi arkeologlar, adanın zamanında 25 metre yüksekliğe erişen Jubaea cinsi palmiye ormanları ile kaplı olduğu sonucuna varmışlardır. 9. ila 17. yüzyıllar arası bu ağaçlar yok edilmişler. Bu zaman diliminde yok edilen ağaç sayısının 10 milyondan fazla olduğu tahmin edilmektedir. Palmiye ormanları, sürekli esen rüzgara ve dolayısıyla kurumaya karşı, adadaki nemi dolayısıyla tarımı koruyordu. Bu kayıp, ayrıca erozyonlara bunun sonucu da ada nüfusunda gerilemeye yol açtı.

Paskalya Adası bir zamanlar Jubaea cinsi palmiye ormanlarıyla kaplıydı.

Bugün, eski bitki örtüsünden kalan Peru sahillerinde de görülen, Rano Kao krater gölündeki, Totora (Scirpus californicus) adı verilen bir bitkidir. Artık Paskalya adasına otluk alanlar ve çalılar egemendir.
  Paskalya Adası’nın günümüzdeki bitki örtüsü

Heykel operasyonları sırasında çok miktarda gıdanın yanında lifli ağaç kabuklarından yapılan uzun ve kalın halatlar da gerekiyordu. Ancak adayı keşfeden kaptan Roggeveen’in gördüğü ağaçların hepsinin boyları kısaydı. Burası Polinezya’nın en çıplak adasıydı. Heykel operasyonunda gereken halat ve kerestelerin çıkarıldığı ağaçlar neredeydi?

Ortadan yok olan ormanlar

20. yüzyılda Paskalya’nın bitkilerini inceleyen Botanikçiler adada 48 çeşit bitki tesbit etmişler. En uzun olan ağaç 2 metre boyunda. Polen analizi tekniğiyle, bataklık ve gölcüklerden alınan ağaç kütüklerine yapışmış tohumların laboratuar incelemeleri sonucunda, bugün adada olmayan çok sayıda çam ağacı türü belirlenmiştir. Fosil çam kozalakları üzerine yapılan incelemelerde kozalakların 19 metre boyunda, 1 metre çapında çam ağaçlarına ait olduğu anlaşıldı. Bunlar meşhur Şili çam ağacına benziyor. Bu ağacın gövdesinden çıkan tatlımsı bir özsu içkilerin fermente edilmesinde kullanılır, kaynatılarak bal veya şeker haline getirilenebilir. Yaprakları evlerin dam örtülerinde, sepet yapımında, örtü ve tekne yelkeni yapımında kullanmak için idealdir. Ve şüphesiz sağlam gövdeleri moai’lerin nakli ve dikilmesinde ve belki de sal yapımında kullanılıyordu.  

Analizlerde soyu tükenen 21 çeşit bitki daha belirlendi. Bunlardan iki tanesi en uzun ağaçlardandı. Biri 30 metre diğeri 15 metre uzunlukta. Bunlar kano yapımı için çam ağacından çok daha elverişli ağaçlar. Sekiz adeti de inşaat ve oymacılık için elverişli sert kabuklu ağaçlardı.

Fosil katmanlarında bulunan kuş kemiklerinin incelemesinden bugün tek bir kara kuşu dahi olmayan Paskalya Adası’nın geçmişte en azından altı tür kara kuşuna ev sahipliği yaptığı ortaya çıktı. Daha etkileyici olanı Paskalya Adası’nda geçmişte en az 25 farklı tür deniz kuşu yaşıyordu. 

Çöp kalıntıları içinde belirlenen kemiklerin üçte biri Paskalya Adası’nda bulunan en büyük hayvana, yani 75 kilogram  ağırlığındaki yunusa ait. Bu şaşırtıcı bir durum çünkü hiçbir diğer Polinezya adasında yunus kemikleri toplam kemiklerin %1’ini geçmez. Yunus genellikle açık denizde yaşar ve bu nedenle kıyıdan olta veya zıpkınla avlanamaz. Denize iyice açılmak ve büyük ağaçlardan yapılmış, açık denize dayanıklı kanolarla, zıpkınla avlamak gerekir.

Çöp kalıntıları içerisinde balık kemikleri tüm kemikler içinde %23’lük bir paya sahip. Bu oran diğer adalarda %90 civarında. Bu da Paskalya’nın aksine diğer adaların ana besin kaynağının balık olduğunu gösteriyor. Paskalya adasında ise belki de deniz kıyılarındaki dik uçurumlar nedeniyle olta ile ya da ağ ile balık avlayacak çok az yer vardı. Yeteri kadar balık avlayamayınca Paskalya halkı kuşlara yöneldi. Sofralarında bol miktarda deniz ve kara kuşu vardı. Kuş yahnileri bazen kanolarla Paskalya Adası’na kaçak olarak gelen büyük farelerle de çeşnilendiriliyordu. Polinezya adaları içerisinde çöplerinde fare kemiği, balık kemiklerinden fazla olan tek ada Paskalya Adası’ydı.

Kara kuşları, fazla avlanma, ormanların yok olması ve fare saldırılarından dolayı tamamen yok oldular. Deniz kuşlarına gelince, önceleri 25’den daha fazla tür adalarda yavrularken artık aşırı avlanma ve fare saldırıları nedeniyle sadece bir tür adada soyunu devam ettiriyor. 15 tür artık adalarda görülmüyor, dokuz tür ise çok az sayıda da olsa nesillerini devam ettirme mücadelesi veriyorlar. Kabuklu deniz ürünleri ise çok fazla toplandığı için sadece küçük boyutlardaki salyongozlar kalmış.

Dev palmiyeler ve soyu tükenen ağaçların ortadan yok olmalarının beş nedeni var:
  1. Ağaçlar yakacak odun olarak kullanılmış. Odun kömürü analizlerinden ortaya çıkmış durumda.
  2. Ağaçlar ayrıca ölüleri yakmak için de kullanılmış.
  3. Ağaçlar tarıma uygun bahçe/tarla açmak için kesilmiş. Çok yüksek yerler dışındaki tüm araziler tarıma ayrılmıştı.
  4. Açık deniz yunusları ve ton balığı kemiklerinin adada fazlaca bulunmasından dolayı büyük ağaçların açık denize dayanıklı kano yapmak için kesildiğini sonucunu çıkıyor.
  5. Ağaçlar moai’lerin taşınması ve dikilmesi için halat ve kereste yapımında kullanılmış. Bu arada deniz araçlarıyla kaçak yolcu olarak adaya gelmiş fareler de ağaçları kendi amaçları için kullanmışlar. Her palmiye kozalağında farelerin diş izlerine rastlamak mümkün. Belli ki ağaçlar bu nedenle filiz verememiş.

Ormanların yok olması insanların adaya geldiği MS 900 yılından bir süre sonra başlamış ve 1722 yılında adanın keşfedilmesinden önce tamamlanmış olmalı. Çünkü Kaptan Roggeveen adayı keşfettiğinde üç metreden daha uzun ağaç görememiş. Palmiye kozalakları üzerindeki radyokarbon tarihlemeleri 1500’den önceki tarihleri veriyor. Demek ki palmiyeler bu tarihten sonra azalmış ya da tamamen ortadan kalkmış. Ormanlardaki palmiye odun kömürü 1440 senesi civarında yok olmuş. Fırın ve çöp çukurlarından alınan radyokarbon tarihlemeleri bize zenginlerin evlerinde bile 1640’lardan sonra yakacak olarak saman kullanılmaya başlandığını gösteriyor. 1400 ile 1600’ler arası, heykeller için en fazla miktarda kereste kullanılan yıllar olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla ormanların tahribatının insanların 900’de  gelmesiyle başladığını 1400’lerin başında en üst noktaya çıktığını ve 1600’lerde artık ormanlardan arta kalan bir şey olmadığını gösteriyor.

Paskalya Adası yazısı Rongorongo

Paskalya Adası’nda yaşayanlar tarafından geliştirilen ilkel Rongorongo yazısını Dünya 19. yüzyılda keşfetti. Adaya 1864 yılında yerleşen Roma Katolik Kilisesi misyonerlerinden Eugène Eyraud’un 1866 tarihli raporunda yeni bir yazı sisteminden bahsediliyor. Yazının nasıl okunduğunu ise bilen hiç kimse yok. Yazıyı çözebilmek için çeşitli çalışmalar yapılmasına karşın başarılı olunamamış. Adada taşlar üzerine kazınmış birkaç yazıt ve 26 adet tahta üzerine yazılmış yazıt mevcut. Genellikle yazılarını tahta, muz yaprakları ve taş üzerine yazmışlar. Tahta yazıtlar 19. yüzyılda gelen Avrupalılar tarafından toplanmış, şimdi Batı müzelerinde veya şahsi koleksiyonlarda sergileniyor.


Rongorongo dilinin kimin tarafından ve ne zaman icat edildiği bilinmiyor. Yazılı ahşap tabletlerden bazılarının karbontesti ile tarihlemesi yapılmış. En eski tablet 17. yüzyıl başını gösteriyor. Rongorongo dilinin yazılış tarzına Boustrophedon deniyor. Bir satır soldan sağa, takip eden satır sağdan sola yazılıyor ve bu tüm yazı boyunca bu devam ediyor. İkinci satırda harflerinde aynadaki yansımaları yani tersleri kullanılıyor. Antik toplumların (örneğin Yunan yazısı MÖ 650) yazıları da böyleydi. Köylünün öküz ve saban ile tarla sürmesi gibi bir hatta gidiyor sonra ikinci hatta geri geliyordu. Bu yazı yönteminin noktalama işaretlerinin olmadığı dönemde uzun cümlelerden oluşan metinlerde okuyanlara rahatlık sağladığı uzmanlar tarafından da kabul edilmiş durumda. Rongorongo dili 1860’lara kadar kullanılmış, sonrasında dile ilişkin bilgiler yok olmuş. Günümüzde çoğu Paskalya Adası sakini İspanyolca konuşuyor.

Rongorongo alfabesi 120 sembolden oluşuyordu. Bu semboller arasında kuşlar, balık, tanrılar, bitkiler ve çeşitli geometrik şekiller vardı. Birde bu temel sembollerden türetilmiş 480 başka grafik form daha vardı. Bazı sembollerin yılları, ayları ve günleri temsil ettiğine inanılıyor.  Ailelerin soy bilgilerine ait sembollerinde bulunduğu anlaşılmış durumda.

Ada toplumu için sonuçlar

Paskalya Adası’ndaki orman tahribatı Pasifik’deki en uç örnek. Dünya çapındaki eşi benzeri görülmemiş tahribatlardan birisi. Tüm orman yok olmuş ve tüm ağaç türlerinin soyu tükenmiş. Bunun ada halkı için ilk etaptaki sonucu ham maddelerin, yabani ortamdan elde edilen besinlerin yok olması ve tarım ürünlerinin azalması olmuştur.

Büyük kereste ve halatların artık olmaması heykel nakliyatının ve bu heykellerin dikilmesinin ve kano yapımının da sonu olmuş. Yakacak olarak kullanılacak odun olmayışından dolayı halk 1650’lerden sonra yakacak olarak şekerkamışı, saman ve diğer tarım ürünü atıklarını kullanıyordu. Kalan az sayıdaki kısa boylu ağaçları ev yapımı gibi temel ihtiyaçlarda kullanmak için insanlar birbiriyle yarışıyorlardı. Hatta yeterli odun olmayışından dolayı cenazelerin yakımından bile vazgeçildi. Cesetler mumyalanıyor yada gömülüyordu.

Doğal ortamdan elde edilen yiyeceklerin çoğu kaybedilmişti. Açık denizlere çıkabilen kanolar olmayınca ilk yüzyıllardaki ana yiyecek olan yunus ve ton balıkları 1500’lerde çöp yığınlarından kayboldu. Bu doğrultuda olta yapımında kullanılan kamışlar da genel olarak azaldı. Bu dönemden sonra balıklar sadece sığ kıyılarda ve kumsallarda yakalanmak zorunda kalındı. Kara kuşları tamamen yok oldu, deniz kuşları üçte birine düştü. Palmiyelerden elde edilen kabuklu yemişler, malaya elması ve tüm diğer yaban meyveleri tükendi. Kabuklu deniz ürünleri gittikçe azaldı ve sonunda tamamen ortadan kalktı. Doğal ortamdan elde edilen tek gıda kaynağı yine farelerdi.

Bu yiyecek kaynaklarındaki kesin düşüşe ek olarak tarım ürünlerinde de azalma gözüktü. Ormanların yok olması yağmur ve rüzgarla toprak erozyonuna sebep oldu. Palmiyelerin kesilmesiyle meydana gelen büyük erozyanda ahu’lar ve bayırlardaki evler toprağa gömüldüler. Bunun sonucunda Poike dağı eteğindeki tarlalar 1400’de terkedildi. 100 yıl sonra Poike’de doğal bitki örtüsü yeniden oluşmaya başlayınca 1500’li yıllarda burada tekrar tarıma başlandı. Ancak bir yüzyıl sonra yeniden meydana gelen erozyonla burası gene boşaltıldı. Tarım ürünlerinin azalmasının bir nedeni de gübre miktarındaki azalmadır. Çifcilerin gübre olarak kullandığı pek çok yabani bitki yaprağı, meyve ve sürgün de tamamen yok olmuştu.

Açlık, nüfus çökmesi ve yamyamlığın başlaması daha ileri zamanlarda görülen sonuçlar oldu. 1774’de adaya uğrayan Kaptan Cook ada halkını küçük, sıska, mahçup ve sefil olarak tanımlamıştır. İnsanların çoğunun yaşadığı kıyı şeridinde 1700’lerde nüfus %70 oranında azaldı. Eskiden beri kullandıkları et kaynakları tamamen ortadan kalkınca ada halkı o zamana kadar hiç akla gelmedik bir kaynağa, insana yöneldiler. İnsan kemiklerine artık sadece mezarlıkta değil adanın çöplüklerinde de rastlanır oldu.

Paskalya’nın kabile reisleri toplumda kendilerine üst bir konum edinmişledi. Adaya refah ve bol hasat getirmeyi vaad ediyorlardı. Söylevlerini perçinlemek, kitleleri etkilemek için anıtsal mimariye ve törenlere başvuruyorlardı. Kabile reislerinin vaadleri boşa çıkınca bu reislerin iktidarı 1680 civarında matatoa denen askeri liderlerce devrilmiş ve Paskalya’nın eskilere dayanan bütünleşmiş siyasi yapısı yaygın bir iç savaşla yıkılmıştır.

Paskalya Adası toplumunun yok olmasına neden olan esas sorun kabile reislerinin imtiyazında olan eski inanışlarıydı. En son dikilen ahu ve moai 1620 tarihliydi. Toplumun önde gelenlerinin sahibi olduğu heykel çalışmalarını gerçekleştiren ekipleri besleyen yaylalardaki tarım alanları 1600-1680 yılları arasında terk edildi. Heykellerin uzunluğunun gittikçe artması sadece kabile reislerinin birbirlerini geçme isteğinden kaynaklanmamaktadır. Bu davranış biçimi yaşanan çevre krizi nedeniyle yaşanan sıkıntıların ortadan kalkması için halkın atalarından yardım isteme şeklidir. Askeri darbenin yapıldığı 1680 yılında düşman kabileler gittikçe daha uzun heykeller dikmektense birbirlerinin heykellerini devirme işine giriştiler. Paskalya toplumunun çöküşü, toplumun nüfus, anıt dikme ve çevresel etkilerinin en fazla olduğu bir dönemin ardından gerçekleşmiştir. 1868 yılında adayı ziyaret edenler hiçbir dikili heykelin kalmadığını belirtiyorlar. Anlatılanlara göre 1840 yılında en son devrilen heykel (Paro) kocasının adına bir kadın tarafından dikilen heykeldi.

Paskalya halkının atalarından kalma moai’leri devirmeleri, Rusya ve Romanya’daki komunist hükümetler devrildiğinde halkın Stalin ve Çavuşesku heykellerini devirmelerini hatırlatıyor.1650 yılından sonra yamyamlıkta büyük bir patlama yaşandı. Bu dönem eski çöp yığınlarından çıkartılan tavuk kemikleri toplam hayvan kemiklerinin %0.1’inden azını teşkil ediyor. Matatoa yaptıkları darbeyi dini bir tarikata bağlayarak meşrulaştırma yoluna gitmişti.

Avrupalıların ziyaretleri

Kaptan Cook’un 1774 yılındaki kısa ziyaretinin ardından Paskalya’ya düzenli bir ziyaret akışı başladı. Bu ziyaretçiler Avrupa’da yaygın olan pek çok hastalığı , bu hastalıktan haberi bile olmayan, bağışıklığı hiç olmayan adalılara bulaştırdılar. Paskalya’da bilinen ilk yaygın hastalık 1836’da baş gösteren çiçek hastalığıdır. Yine diğer Pasifik adalarında olduğu gibi Paskalya ada halkının köle olarak çalıştırılmak üzere kaçırılmaya başlanması da 1805 yılında başladı. 1862-1863 yıllarında doruk noktasına ulaştı. Paskalya tarihinde en korkutucu yıl, 20 Peru gemisinin 1.500 kadar (hayatta kalan ada halkının yarısı) ada insanının kaçırarak Peru’nun Guano madenlerine işçi olarak sattıkları yıldı. Bu kaçırılanların büyük bir bölümü esaret altında öldüler. Uluslararası baskı altında kalan Peru Hükümeti hayatta kalan 10 esiri Paskalya’ya iade etti. Ancak bu iade edilenler adaya ikinci çiçek salgını dalgasını getirdiler. 1872 yılına gelindiğinde adada sadece 111 kişi kalmıştı.

Avrupalı tacirler 1870’de adaya ilk kez koyun getirdiler ve adada mülkiyet hakkı iddia ettiler. 1888 yılında Şili Hükümeti Paskalya’yı kendi topraklarına kattı ve Paskalya bu tarihten sonra merkezi Şili’de bulunan bir İskoç şirketi tarafından yönetilen bir koyun çiftliği haline geldi. Tüm ada halkı tek bir kasabada oturmaya zorlanarak şirket için çalıştırıldı. Ödemeler para yerine şirketin elindeki mallar ile yapılıyordu. 1914 yılında ada halkının ayaklanması Şili’den gönderilen bir gemi dolusu asker ile bastırıldı. Şirkete ait, koyun, keçi ve atların otlatılması sonucunda meydana gelen toprak erozyonunda adada kalan son yerel bitki türleri olan hauhau ve toromiro da 1934 yılında yok oldu. 1966 yılına kadar ada halkı Şili vatandaşlığına geçemedi.         
   
Pasifik Adalarındaki Ormanların tahrip oluşunu etkileyen faktörler nelerdi?

Barry Rolett ve Jared Diamond, Pasifik’i keşfeden Avrupalı kaşiflerin seyir defterlerini inceleyip 81 adanın geçmişi  ile bugünü arasındaki farkları belirleyerek bunlardan bir sonuç çıkarmaya çalıştılar. Bu çalışmanın sonucuna göre aşağıdaki özelliklerin olduğu yerlerde orman tahribatı daha fazla olmuştur.
  1. Nemli adalardan çok kuru adalarda
  2. Sıcak Ekvator adalarından çok soğuk yüksek paralellerde bulunan adalarda
  3. Genç volkanik adalardan çok yaşlı volkanik adalarda
  4. Havadan volkanik kül yağan adalardan çok kül yağmayan adalarda
  5. Orta Asya’nın toz yağışı olan yerlerine yakın olan adalardan çok uzak olan adalarda
  6. Çevresinde mercan kayalıkları(Makatea) olan adalardan çok olmayan adalarda
  7. Rakımı yüksek adalardan çok alçak adalarda
  8. Yakın komşuları olan adalardan çok uzak adalarda
  9. Büyük adalardan çok küçük adalarda
Görülüyor ki bu dokuz fiziksel değişkenden her biri sonuca katkıda bulunmuş. En önemlisi de yağış ve enlemlerdeki farklılıklar; kuru adalar ve ekvatordan uzak olan daha serin adalar, daha nemli ekvator adalarından daha çok orman tahribatına maruz kalmış. Yani bitki büyüme ve fide oluşma hızı yağış ve sıcaklıkla artıyor. Yeni Gine yaylaları gibi nemli ve sıcak bir yerde ağaç kesildiğinde bir yıl içerisinde 6 metre boyunda yeni ağaçlar oluşmaktadır. Ancak soğuk, kuru bir çölde ağaç büyüme hızı çok daha yavaştır.

Bu çalışmada ada yaşı, kül yağışı ve toz yağışının beklenenden daha fazla etkisi olduğu ortaya çıktı. Yaklaşık 1 milyon yıldır volkanik aktivite görülmeyen eski adalarda genç ve volkanik adalardan daha çok orman tahribatı meydana gelmişti. Bunun nedeni taze lav ve külden oluşan toprakta bitki gelişimi için gerekli besinlerin bulunmasıdır. Bu besinlerin Pasifik adalarında yenilenmesinin iki yolundan biri volkanik patlamalarla oluşan ve hava ile taşınan kül yağışıdır.

Yükseklik, mesafe ve alan da ormanları etkileyen faktörlerden. Yüksek adalar alçak adalara göre orman tahribatına daha az maruz kalmaktadır. Dağlar bulut ve yağış getirir ki bunlar da alçak yerlere buhar olarak oturur ve bitki gelişimine kaykıda bulunur. Eğer dağlar çok yüksek ya da tarım yapılamayacak kadar dikse, her durumda ormanları korunur. Uzaktaki adalar komşularına yakın olanlardan daha çabuk ormanlarını kaybetmektedir; büyük ihtimalle uzaktaki ada halkı komşu adaları istila etmek, ticaret yapmak ya da komşu adaların kaynaklarını sömürmek olanağı az olduğu ve kendi adalarında daha fazla bulundukları için kendi çevrelerini de daha fazla tahrip etmektedirler. Büyük adalar, küçük adalara oranla ormanlarını daha iyi koruyabilmektedirler; nüfus yoğunluğu düşük olan büyük adalarda ormanların yok olması için yüzyıllar gerekmektedir. Ayrıca küçük adalarda tarım için az alan kaldığı için insanlar tarım alanı açmak için ormanları yok etmektedir.

Paskalya Adası’na bu dokuz değişken açısından baktığımızda adanın; en yüksek üçüncü enlemde, en düşük yağışa sahip, en düşük yanardağ kül yağışına sahip, en düşük Asya toz yağışına sahip, Mercan kayalıkları (makatea) yok ve komşu adalardan en uzak ikinci ada olduğunu görürüz. Paskalya çalışma yapılan 81 adanın en alçağı ve en küçüğü. Bu değişkenlerin sekizi de Paskalya’yı orman kaybına aday bir ada haline getirmektedir. Paskalya’nın yanardağları orta yaştadır ve muhtemelen 200 bin ile 600 bin arasında bir yaştadır. Paskalya’nın en eski yanardağı olan Poike yarımadası aynı zamanda ormanların ilk kaybolduğu yer. Bugün en etkili toprak kayması bu alanda yaşanıyor.

Tüm bu değişkenlerin etkileri bir araya getirildiğinde Pasifik’te en fazla orman tahribatına maruz kalacak adaların Paskalya, Nihoa ve Necker olması gerektiği ortaya çıkıyor. Bu sonuçta malesef gerçeklerle örtüşmektedir. Nihoa ve Necker’de bugün insan yaşamamaktadır. Nihoa’da tek bir palmiye türünden başka bitki örtüsü kalmamıştır. Paskalya’da ise hiç ağaç kalmamış, nüfusun %90’ı da gitmiştir. 

Kısacası Paskalya ormanlarının olağandışı bir şekilde ortadan kalkması, halkının çok kötü ya da aşırı derecede ihtiyatsız olmasından kaynaklanmıyordu. Tüm Pasifik adaları içerisinde ormanları en fazla risk altında olan ve çok kırılgan bir çevrede yaşadıkları için bu sonla karşılaşmışlardı.
   
Bir benzetme olarak Paskalya

Paskalya halkı bir toplumun kendi kaynaklarını adeta sömürürcesine kullanarak kendi kendine nasıl zarar verdiğini gösteren en iyi örneklerdendir. Çevresel çöküşlerle ilgili geliştirilmiş beş noktalı kontrol listesinin usurlarını gözden geçirecek olursak bu unsurlardan ikisi (düşman komşuların saldırısı ve dost komşuların desteğini kaybetme) Paskalya’nın çöküşünde herhangi bir etkiye sahip olmamıştır, çünkü Paskalya’nın kuruluşundan itibaren dost yada düşman bir toplumla ilişkisi olduğuna dair bir delil bulunmamaktadır. İklim değişikliğinin de Paskalya üzerinde etkili olduğuna dair herhangi bir delil yoktur. Bu durumda Paskalya’nın çöküşünde geçerli olabilecek iki tip usurla karşı karşıya kalmış bulunuyoruz: İnsanın çevre üzerinde etkileri, özellikle ormanın ve kuşların yok edilmesi; siyasi, sosyal ve dini unsurlar. Bu unsurlar arasında Paskalya’nın diğer adalardan izole olması nedeniyle diğer adalara göç edememe durumu, heykel yapımı üzerinde yoğunlaşılması, kabileler ve şefler arasında daha büyük heykel dikme konusundaki rekabet ve bu rekabet nedeniyle daha fazla ahşap , halat ve gıda gereksinimi.

Paskalya Adası ile Dünyamız arasındaki benzerlik

Paskalya adası ile modern dünya arasındaki benzerlik insanın tüylerini ürpertecek kadar açık. Küreselleşme, uluslararası ticaret, jet uçakları ve internet sayesinde bugün dünyadaki tüm ülkeler, aynı Paskalya’daki kabileler gibi, kaynakları paylaşmakta ve birbirlerini etkilemektedir. Paskalya Adası Pasifik Okyanusunda nasıl herkesden uzak ve yalnızsa, bugün dünyamız da uzayda aynı şekilde yalnız. Paskalya halkının sıkıntıya düştüklerinde kaçabilecekleri bir yer ya da yardım isteyebilecekleri komşuları yoktu. Aynı şekilde biz dünya halkının da başımız sıkıştığında yardım isteyebileceğimiz kimsemiz yok. Bu nedenle insanlar Paskalya toplumunu metaforik olarak dünyanın gelecekte içine düşebileceği en kötü durum olarak görüyor.

Tabii bugün içinde bulunduğumuz durum 17. yüzyıldaki Paskalya halkından bazı önemli açılardan çok farklı. Bu farklılıklardan bir kısmı bizim için tehlikenin boyutunu da artırmaktadır: Örneğin, eğer az sayıdaki Paskalya halkı sadece ellerindeki gelişmemiş aletlerle ve kendi kas kuvvetleriyle çevrelerine bu kadar tahribat vermişlerse, milyarlarca insanın günümüz imkanları ve makine gücü ile neler yapabileceğini düşünebiliyormusunuz?     
   

TOPLUMLARIN ÇÖKÜŞÜ

Bu bölüm Amerikalı çevre bilimci Jared Diamond’un konuşmasından derlenmiştir.

Jared Diamond (1937-    )

Hepimiz tarihe gömülen toplumların romantik esrarıyla zaman zaman ilgilenmişizdir. Klasik Maya ve Yucatan kültürleri, Büyük Okyanus’daki Paskalya Adası'nın yerlileri, Büyük Kanyon’un Anasazi halkı, Bereketli Hilal (Mezopotamya) toplumları, Kamboçya’daki Angkor Wat, Büyük Zimbabwe ve benzerleri. Son yıllarda arkeologlar, bu yıkılışların birçoğunun arkasında, çevresel sorunların olduğunu ortaya çıkardılar. Öte yandan, Japonya, Java, Tonga ve Tikopea gibi dünyanın bir çok yerinde de şanslı  toplumlar bin yıllardır yok oluş belirtisi göstermeden gelişmelerini sürdürmektedirler. Öyle görünüyor ki, bazı bölgelerdeki toplumlar diğerlerinden daha kırılgan. Bazı toplumların neden diğerlerinden daha kırılgan olduklarını nasıl anlarız? Bu soru, açık bir şekilde günümüzü de ilgilendirir, çünkü bugün, Somali, ve Ruanda gibi henüz yeni çöküşe uğramış toplumlar görüyoruz. Ayrıca Nepal, Endonezya ve Kolombiya gibi çöküşün eşiğinde olabilecek toplumlar da var.

Toplumsal çöküşlerin nedenleri ve Grönland deneyimi


Grönland'da İskandinav Kilisesi kalıntısı

Peki sıraladığımız yok olmuş toplumların çöküşlerinin nedeni neydi? Bu oldukça karmaşık bir konu. Toplumsal çöküşlerin nedenlerini, İskandinav Grönland toplumunun yok oluşunu, beş madde de inceleyerek anlamaya çalışalım. MS 984'te Norveçli İskandinavlar Grönland'a gidip yerleştiler ve 1450'de yok oldular. Toplumları çöktü ve toplumlarının içindeki her bir birey de öldü. Niye ?
  1. İnsanlar dikkatsizce bağımlı oldukları kaynakları tüketerek, çevrelerine olumsuz etki edebilirler. İskandinavya Vikingleri 500 yıl içerisinde dikkatsizce humuslu toprağın erozyonuna ve ormansızlaşmasına yol açtılar. Avrupa ülkelerine öykünüp demir üretmek istediler. Ama ülkede taşkömürü olmadığı için ormandaki ağaçları kesip odun kömürü yapıyor, odun kömürünü fırınlarda yakarak da demir elde ediyorlardı. Demir çağı toplumuna dönüştüler ama ormansız kaldılar.
  2. İklimler zaman içerisinde ılıyabilir, soğuyabilir, kuruyabilir veya nemlenebilir. Grönland'daki Vikingler'e bakarsak, 1300'lü yıllarda ve özellikle 1400'lerde iklimlerinin soğuduğunu görürüz. Soğuk bir iklim illa ölümcül olmak zorunda değil, çünkü bu soğuyan iklim, Inuitler'e(yani Grönland Eskimoları'na) köstek olmaktansa destek oldu. Peki neden Grönland İskandinavları'nın işine yaramadı?
  3. Komşu dost toplumların desteği zaman içerisinde azalır ya da ortadan kalkarsa, bu toplumu çöküşe yaklaştırabilir. Grönland İskandinavları anavatanları Norveç ile ticaret yapıyorlardı. Ancak bu ticaret hem Norveç'in ülke olarak zayıflamasıyla, hem de Grönland ve Norveç arasındaki denizin iklim soğuması nedeniyle buzlanmasıyla giderek azaldı.
  4. Düşman toplumlarla ilişkiler. Grönland İskandinavları'nın hasımları İnuitler'di, yani Grönland'ı İskandinavlar'la paylaşan Eskimolar. İlişkileri genelde kötüydü. İnuitler'in, İskandinavyalıları fok balığı avlamak için dış fiyortlara ulaşımlarını engellemiş olduklarını, hatta  İskandinavlar'ı öldürdüklerini biliyoruz.
  5. Toplumun politik, ekonomik, sosyal ve kültürel faktörlere göre çevresel sorunlarını fark edip bu sorunları çözebilme ihtimalinin artması veya azalması. Grönland İskandinavları'nın Hıristiyan olup da katedral inşaasına büyük yatırım yapmaları, şeflerin birbirleriyle rekabet etmeleri ve binlerce yıldır bu zor ortamda canlı kalmayı başarabilmiş İnuitler'i aşağılık bulup onlardan ders almayı reddetmeleri, çevresel sorunlarını çözmelerini zorlaştıran kültürel faktörlerdi. İşte, beş maddelik çerçeve, Grönland İskandinavları'nın çöküşü ve nihai yok oluşlarını böyle açıklıyor.

Toplumların çöküşleri neden çok hızlı gerçekleşiyor?

Tolstoy'un, her mutsuz evliliğin farklı olduğunu söylediği gibi, her çökmüş veya tehlikedeki toplum farklı ayrıntılara sahip. Ama yine de, geçmiş ve bugünkü toplumların çöküşe uğrayanlarını ve hayatta kalanlarını karşılaştırınca, belirli ortak ipuçlarına ulaşılıyor. İlginç bir ortak ipucu, toplum bir kere zirvesine çıktıktan sonra çöküşün ne kadar hızlı geldiğiyle ilgili. Birçok toplum yavaş yavaş ortadan kalkmadı. Daha çok, toplumlarını inşaa ettiler, zenginleştiler ve güçlendiler, sonra kısa bir zaman içinde, zirveye erişmelerinden yirmi otuz yıl içinde çöktüler.
  • Örnek olarak, Yucatan yarımadasındaki klasik ova Maya kültürü, erken 800'lerde çökmeye başladı. Bu Mayalar'ın en büyük eserlerini yaratmalarından ve nüfuslarının zirve yapmasından sonraki 30-40 yıl içinde gerçekleşti.
  • Bir örnek daha vermek gerekirse, Sovyetler Birliği'nin çöküşü, gücünün zirvesine ulaşmasından sonraki 20-30, hatta belki de 10 yıl içinde gerçekleşti.

Birinci genel kurala göre, eldeki kaynaklar ve bu kaynakların tüketimi veya ekonomik gelir gider arasında bir dengesizlik olduğunda bu ani çöküşlerin gerçekleşme ihtimali artıyor. Bunu deney kabındaki bakterilere benzetebiliriz. Deney kabında bakteriler çoğalır. Her kuşakta sayılarının ikiye katlandığını farzedelim: Sonlarının gelmesinden beş kuşak önce deney kabının 16'da 15'i boştur, sonraki kuşakta 4'te 3'ü boştur, sonraki koşakta da yarısı boştur. Yarısı boş olduktan bir kuşak sonra kap doludur. Artık yiyecek kalmamıştır ve bakteriler çöküş yaşar. Dolayısıyla, toplumların güçlerinin zirvelerine ulaştıktan çok kısa süre sonra çöküş yaşamaları, tekrarlanan bir durumdur. Bunu matematiksel olarak açıklamak istersek, toplumun matematiksel fonksiyonun bugünkü değerine, yani zenginliğe değil, fonksiyonun birinci ve ikinci türevlerine bakmanız gerekir. Bu genel kurallardan biridir.

İkinci bir genel kural da, toplumları diğerlerinden daha kırılgan yapan, çoğunlukla ilk bakışta görünmeyen çevresel faktörler olduğu ve bu faktörlerin çoğunun henüz iyi anlaşılmadığıdır. Örnek olarak, neden Pasifik'teki yüzlerce Pasifik adasının arasında Paskalya Adası en tahrip edici, ormansızlaşmayı yaşadı? Öyle anlaşılıyor ki, Paskalya Adası yerlilerinin aleyhinde çalışan yanardağ püskürtüsü, enlem ve yağışla ilgili dokuz değişik çevresel faktör bulunuyordu; bunların bazıları da kolay fark edilemeyecek türdendi. En zor görünenlerinden biri de, Orta Asya'dan gelen kıta tozunun, adanın humuslu toprağının verimine katkıda bulunup, Pasifik adalarındaki doğal hayatı koruyor olmasıydı. Bütün Pasifik Adaları arasında, Asya'dan gelen bereketli tozun en azı Paskalya Adası'na ulaşır. Bu durumun farkına ancak 1999'da varılabilindi.

Bazı toplumların yaşadığı yerler diğerlerinden daha kırılgan mı?

Dolayısıyla, bazı toplumlar, ilk bakışta gözlemlenemeyen çevresel sebeplerden dolayı, diğerlerinden daha kırılgan oluyor. Nasıl oldu da Paskalya Adalılar yaşadıkları ortamı ormansızlaştırabildi? En son palmiye ağacını keserken ne düşündüler? Yaptıklarını fark etmediler mi? Bu toplumlar nasıl olup da çevrelerine verdikleri etkileri görüp vaktinde durmadılar? Eğer insan medeniyeti varlığını sürdürürse, gelecek yüzyılda insanların şu soruyu soracaklar: ‘2014 senesinde yaşayan insanlar nasıl olup da yaptıkları bariz yanlışları görüp de önlem almadılar?’ Geçmiştekilerin yaptıkları inanılmaz görünüyor. Gelecektekilere de bizim bugün yaptıklarımız inanılmaz görünecek. Neden sorunlarını fark edemiyorlar, veya eğer fark ederlerse, neden üzerinde duramıyorlar? Veya, üzerinde durdularsa, neden çözmekte başarılı olamıyorlar? Bu konuda sadece iki tane genel kuraldan bahsedebiliriz.
  1. Felakate davetiye çıkarıp çöküşü yaklaştıran bir reçete, karar verici yöneticilerin kısa vadeli çıkarları ile toplumun uzun vadeli çıkarları arasında bir çatışma olması. Özellikle, söz konusu yöneticiler kendilerini hareketlerinin sonuçlarından soyutlayabildikleri zaman bu sorun vahimleşiyor. Kısa vadede yöneticilerin çıkarına olan şeyler uzun vadede topluma zarar verdiğinde, yöneticilerin toplumun uzun vadede düşüşüne yol açacak işler yapmaları çok muhtemel. Örnek olarak, Grönland İskandinavları'nın rekabetçi şefleri, daha fazla kul, daha fazla koyun ve daha fazla kaynak edinip, rekabette komşu şeflerin önüne geçmek istiyorlardı. Bu istekleri yüzünden, topraklarını aşırı zorlayıp harcadılar: toprağı aşırı kullanarak yerel çiftçileri bağımlı kıldılar. Bu, şeflerin kısa vadede güçlenmelerine yol açtı, ancak uzun vadede toplumun çöküşünü getirdi. Benzer bir çevre sorunu Aral gölünde yaşanmıştı. Sovyetler Birliği yöneticileri 1960'lı yılların başında, Özbekistan ve Kazakistan'daki pamuk ekiminin yoğunlaştırılması kararını aldılar ve arazileri sulamak için, Aral Gölü'nü besleyen Ceyhun ve Seyhun nehir sularını yönlendirdiler. Kendi eko sistemi bozulan Aral gölü dünyanın dördüncü büyük gölüyken bugün eski büyüklüğünün %10’una düşmüştür. Bir dönem oldukça fazla pamuk üretilen tarlalar ise bugün aşırı sulama nedeniyle tuzlanmış ve tarım yapılamaz hale gelmiştir. Kısa vadede pamuktan elde edilen kazanç uzun vadede önemi bir alanda tarım yapılamamasına ve çevresel değişikliklere neden olmuştur. Bunun gibi çıkar çatışmaları, günümüzde Birleşik Devletler'de de ciddi bir sorundur. Özellikle de Birleşik Devletler'in karar vericileri, yüksek duvarlı yapılarda yaşayıp, şişelenmiş su içerek verdiklerin kararların sonuçlarından kendilerini soyutlamaktadır. Son birkaç sene içinde de iş hayatındaki yüksek kademedeki yöneticiler, toplum için uzun vadede zararlı olup da kısa vadede kendileri için faydalı olan bir takım hareketleri yaparak, kendi çıkarlarına hizmet edebileceklerini keşfettiler: Enron ve benzeri şirketlerden bir kaç milyar doların hortumlanması gibi. Bu keşifleri doğruydu: gerçekten de bu hareket kısa vadede kendileri için faydalı, ama toplum için uzun vadede zararlı. Bu da, toplumların nasıl yanlış kararlar verdikleriyle ilgili bir genel kural: çıkar çatışmaları.
  2. Hararetle savunulan, çoğu koşulda faydalı ama bazı koşullarda zararlı olan değer yargıları çelişki yarattığında, doğru kararın verilmesi çok zorlaşıyor. Örnek olarak, Grönland İskandinavları bu zorlu çevre şartlarında, dört buçuk yüzyıl boyunca dine ortak bir bağlılık ve güçlü bir toplumsal dayanışma ile beraberce ayakta kalabildiler. Ancak dine bağlılık ve toplumsal dayanışma, sona yaklaştıklarında değişim geçirerek, İnuit yerlilerinden ders alıp öğrenmeyi onlar için zorlaştırdı. Bugünün Avusturalya'sı da bir örnek. Avusturalya'nın, Avrupa medeniyetinin bu uzak karakolunda 250 sene boyunca varolabilmesini sağlayan şey, Britanyalı kimliğiydi. Ama bugün, Britanyalı kimliğine olan bu bağlılık, Asya'daki konumlarına adapte olmaları gerektiğinde Avusturalyalıların işine yaramıyor. Dolayısıyla, başımıza gelen dertlerin sebepleri, aynı zamanda gücümüzün de kaynağı olduğunda, rota değiştirmek zor oluyor.

Günümüzdeki sorunların sonuçları ne olacak?

Günümüzde, geri sayıma devam eden bir düzine saatli bomba olduğunu hepimiz biliyoruz. Bu bombaların bazılarının fitilleri 20 - 30 yıllık fitiller, hiçbirininki de 50 yıldan fazla değil. Bu bombaların herhangi biri sonumuz olabilir. Bunlar, su, humuslu toprak, iklim değişikliği, mütecavüz türler, fotosentetik tavan, nüfus problemleri, zehirli atıklar, vs. toplamda yaklaşık bir düzine. Bugünkü hızla, Filipinler'deki ulaşılabilir odunluk ağaçları beş yıl içinde kaybedeceğiz. Solomon Adaları'ndaysa odun ağaçlarının bitmesine sadece bir yıl kaldı, üstelik bu Solomonlar'ın en büyük ihraç ürünü. Bu durum Solomon Adaları'nın ekonomisi için felaket olacak. Dünyanın çevresel sorunlarını çözmek için yapmamız gereken en önemli şey nedir? sorusunun yanıtı, tek bir sorun olduğunu unutup, bir düzine sorun olduğunu hatırlayıp onların tümünü çözmemiz gerektiğidir. Çünkü on birini çözüp de on ikincisinde tıkanırsak, başımız yine dertte demektir. Örneği su, humuslu toprak ve nüfus sorunlarımızı çözüp de zehirli atık problemlerimizi çözmezsek, çöküşümüz kaçınılmaz olur.

İşin aslı şu ki, bugünkü gidişatımız, sürdürülebilir bir gidişat değil, yani bu şekilde devam etmemiz imkansız. Bu sorunlar, yirmi otuz sene içinde çözülecek. Bu şu anlama geliyor: Bu odada 50 - 60 yaşından genç olanlar, bu paradoksların nasıl çözüldüğünü görecekler, 60 yaşından büyükler ise görmeyebilirler, ama çocukları ve torunları kesinlikle görecek. Bu çözümler, iki şekilde olabilir: ya biz bu sürdürülemeyen fitillere acilen müdahale ederek kendimize uygun, bizim seçtiğimiz, hoş çözümler buluruz, veya bu problemler, bizim seçimimiz dışında, savaş, salgın hastalık ve kıtlıkla tatsız şekillerde çözüme ulaşır. Ancak kesin olan, bu sürdürülemez gidişatın şu ya da bu şekilde yirmi otuz sene içinde çözülecek olması.


Günümüzde karşılaştığımız büyük sorunlar, bizim kontrolümüz dışında olaylar değil. En ciddi tehdit, bizi çaresiz bırakacak, bize çarpmak üzere olan bir asteroid değil. Aksine, karşılaştığımız bütün ciddi tehditler, kendi yarattığımız sorunlar. Bu sorunları biz yarattığımıza göre, bunları çözmemiz de mümkün. Demek ki, bu sorunları ortadan kaldırmaya kudretimiz yetiyor. Özellikle, her birimiz ne yapabiliriz? Bu seçimlerle ilgilenenlerimiz için yapılabilecek birçok şey var. Anlamadığımız ve anlamamız gereken çok şey var. Öte yandan, anladığımız ancak yapmadığımız, ama yapmaya başlamamız gereken birçok şey de var.




Kaynakça

Jared Diamond - Çöküş Uluslar nasıl ayakta kalır ya da yıkılır



http://www.bradshawfoundation.com/easter/easter_island.php

http://www.ted.com/talks/jared_diamond_on_why_societies_collapse?language=en






No comments:

Post a Comment